Kara Cehennem mi, yoksa bir yeryüzü cenneti mi?
…
Kastamonu her mevsim çok güzeldir. Hele bir sonbaharımız var ki görmeye, yaşamaya, çekmeye anlatmaya doyum olmuyor. Hatta derler ki eğer sonbahar bir ülke olsaydı Kastamonu da onun başkenti olurdu.

Diğerleri mevsim “Sonbahar” sanattır.
Bizler şanslı sayılırız çünkü bize erken gelir. Ağustos ayının ilk yarısı yaz son yarısı sonbahar diye söylenir. Gündüz hâsıl harmanda sıcaktan yanarken, akşam evde sobaya iki odun atmadan durulmaz. Ama bizde güz mevsiminin başlangıcı leyleklerin göçüyle başlar, Ilgaz’a ilk kar düşmesiyle biter.
Benim için sonbahar ne ifade ediyor diye düşünüyorum; ilk önce sıkı bir foto maraton koşturmacası, sonrada çekemediğim gidemediğim yerlerin hayal kırıklığı, özlemidir.
Sonbaharı beklerim ilk cemrenin düşmesini bekleyenler gibi. Saat Kulesinden şehrin eski mahallelerine bakarım, gözlerim incecik bir duman arar bacalarda. Beyaz bir duman görünce birden içim sevinçle dolar, bilirim ki şehre sonbahar gelmiştir.

Ilgaz’a ilk kar yağınca, dere boyunda son yaprak da suya düşünce…
Ilgaz’ın zirveleri sislerle kaplanınca, bilirim ki hacet tepesinde, Çatal Ilgaz’da, Yurdun tepe’de şölen vardır. Fırtınaların söylediği şarkılarla bulutlar özgürce dans etmeye başlar. Belki sabaha kadar belki günlerce sürer bu dans. En sonunda fırtınalar diner, şarkılar susar ve dans eden bulutlar çekilir gökyüzüne.
Bir serin yel eser Kastamonu çayboyunda bir yaprak uçar Karaçomağın nazlı nazlı akan sularına. İlk yaprağın ardından onu izler zamanı gelen tüm yapraklar. Bir bir ayrılırlar vatanı bildiği ağaçtan, daldan. Bu mevsim de bizim şehrin içinden bir çay akar bir de sonbahar.
Yağmurlar yağar bu şehre Ilgaz kokulu, çatılardan şiir diye akar, oluklardan şarkı olarak iner karışır sokaklara. Şehrin Arnavut kaldırımlı taş döşeli yollarında geceleri bir başıma yürürüm, ıslak taşlar, bacalardan çıkan dumanlar, pencerelerden yola sızan sarı ışıklar yoldaşım olur.
“Benim adım sonbahar” diye başlayan bir şiir okurum içimden sessizce…

Kara Cehennem mi cennet mi?
Bu şehrin sonbaharı bir divan şiiriyse, Küre Dağları da bu şiirin “beytü'l gazelidir”.
İşte şimdi ben bu şiiri beyit beyit okumak, sindire sindire anlamak için düşmüşüm yollara. Yol demişken benim yolum bellidir. Araç izi değil insan ayağı değmemiş patikalar, kimsenin bilmediği ıssızlıklar ararım.
Küre dağlarında Çuha doruğunda muhtarın kahvesindeyim.
Çıkarken - Bir demli çay, sobada yanan gürgenlerin çıtırtısı, eski dostlarla az muhabbet, sonbahar renkleriyle bezeli, yağmur kokulu dağ manzarası, borcum ne kadar muhtarım diyorum.
Yazdım hesabına şefim, kar mücadelesine geldiğinde bakarız diyor.
Açık hesabıma bir çizgi daha çekiyor, Kesepınarına doğru gidiyorum.
Sağımda İnebolu’nun taa denize kadar inen yemyeşil köyleri karşımda ise alp dağlarında geçen bir filmden fırlamış gibi görünen bir köy görünüyor. Burası Kastamonu’nun bana göre en fotojenik köylerinden biri adeta canlı bir kartpostal. Köy, sırtını dayamış bir dağın yamacına, sonbaharı da rengârenk bir yorgan gibi sarmış sırtına, kartalların yuvası olan yalçın kayalıklarından aşağı bulut akıyor küre çayına doğru.
Oturup saatlerce izleyebilirim bu güzelliği.
Topçu-Güllüce yolunda, Kara Cehennem Boğazındayım. Ersizlerdere’den gelen ve ovayı bıçak gibi ikiye yaran dere aşağılarda bir yerlerde olmalı sesi geliyor ama kendi gözükmüyor.
Bir yanda ulaşılmaz sarp kayalıklar bir yanda girilmez sık ormanlar. Hepsinden ötesi inanılmaz bir renk cümbüşü var. Güzergâhımız sadece masallarda anlatılan yollara benziyor. Uzun ince kıvrım kıvrım bir yol bizi alıp götürüyor o bilinmeyen, yazılmayan masallar diyarına.
Yukarı Kışla-Avcıpınar arasındaki o yolu nasıl anlatmalı ki? Ya dağların yükseklerindeki sonbaharın aşağılara indikçe yemyeşil bir renge dönüşmesini nasıl ifade etmeli?
Bazen konuşarak anlatamadığın durumlar yaşarsın hani, kelimeler kifayetsiz kalır ya, fotoğraf makinen gördüğünü yansıtmaktan aciz olur, kalemin lal olup tek bir harf yazamaz ya.
İşte öyle bir şeydi benim yaşadığım.
Beşören Dıraban arasındaki toplamda 8 km olan yolun her metresinde durup fotoğraflamak için kendimi zor tutuyorum. Dağlarda bir renk cümbüşü, bir renk yangını sarmış ormanları, Yeşilin kaç tonu var bilen var mı? Ya kahverengi dediğimiz de kaç renktir? Sarı sadece bir renk değil, kırmızıyla yarışan güzellik perisi. Masalların efsanelerin gerçeklerle harmanlandığı bu kısa yol hiç bitmesin istiyorum.
Ormanların içinden kıvrıla kıvrıla indiğim yerde aşılmaz bir boğaz, bir büyük kaya duvarı çıkıyor.
Kara Cehennem Boğazı adındaki cehennem sıfatına inat adeta saklı bir cennet. Muhteşem kaya duvarının karşısında büyülenmiş gibi durup kalakalıyorum. Her baktığım yerde milyonlarca yıllık bir öykünün izleri var. Kimi taaa jura döneminden kalan mağaralar, kimi yüzlerce yıllık çam ağaçları, kimi de günümüzde yaşayıp nasibini arayan alıcı kuşlar.
Dümdüz kayalarda bir çatlak bulup devasa bir ağaca dönüşenler ise bana mucizelerin hala olduğunu hatırlatıyor. Bu boğazın kaç milyon yılda bu hale geldiğini düşünüyorum. Iğıl ığıl akan bu nazlı derenin nasıl olup da bu granit kütleyi böylesi aşındırdığına bir türlü aklım almıyor.
İpsine kayalıkları, Ersizlerdere tabiat parkı…
Mademki sonbaharın peşine düşmüşüz, akşam güneşinin en güzel vurduğu yer olan İpsine kayalıklarına uğramadan gidilir mi? elbette gidilmez diyerek Karaman köy yolundan sonra çıktığım anayoldan tekrar dönüyorum İnebolu’ya
Son selde yıkılan tarihi İki çay köprüsü ve emin abinin Ecevit çorbacısını teğet geçip Tabiat parkı seyir terasının yolunu tutuyorum.
Şansıma günün son ışıkları kayaları kızıla boyarken yetişiyorum. Karacehennem boğazı ne kadar ulaşılmaz ise burası da o kadar göz önünde bir yer. Her tarafında bir hikâye var. Kimsenin giremediği mağaralarında yaşadığı söylenen hayatlarıyla, yıldırımın bir çıra gibi tutuşturduğu meşhur kuru çamıyla, Ipsine kayalıklarının düz yüzeylerine yapışıp büyüyen asırlık ağaçlarıyla, kanyon içindeki ponza taşı madeniyle bambaşka bir âlem sanki.
Ayrıca burası kadınıyla erkeği, çocuğu, yaşlısıyla bir kahramanlar yurdudur. Köyün erkekleri savaşta şehit olurken, geride kalan kadın çocuk ve yaşlılar da iki çay köprüsü selden yıkılınca bir gecede köprü yaparak destan yazarlar.
…
Küre dağlarında bir güne sığdırılan bir ömürlük anılarla dolup dönüş yolundayım. Bazen gün olur ömre bedel olur. Tıpkı Cengiz Aytmatov’un o unutulmaz “Gün Olur Asra Bedel” romanı ve aklıma kazınan o cümlesinde olduğu gibi.
“Sarı Özek bozkırında trenler bir doğuya bir batıya gider gelirdi.”
Küre dağlarında sonbahar dağlara yağarken, yollarda maden kamyonları kuzeyden güneye doğru hiç durmadan gidip geliyordu.
…
28 Ekim 2025-Kastamonu-Küre
Cebrail Keleş/Balıkçı Şef