Paflagonlardan bugüne “e(b/d)e(d/b)i” mündemicine raptolurken Kastamonu’nun, edebiyattan yana bir yanıyla müstağni, diğer yanıyla aç biilaç şehrimin kadim sokaklarında kah kayboldum kah yeni baştan kendimi buldum…

Kastamonu’ya edebiyatın vefasını ödemeyi belli ki borç bilen birbirinden kıymetli edebiyatçı misafirlere gönül dolusu müteşekkir oldum.

Teferruatına kadar Kastamonu’yu Kastamonululardan ve Kastamonu’dakilerden iyi bilen, nokta-i nazarlarının kerterizini kadim zamanlardan tutan, mütefekkirane emek ile Edebiyat-ı Kastamonu’yu terennüm eden edebiyatçı ve bilim insanlarından öğrendiklerimizi zihnimizin en güvenli köşesinde muhafaza ile mükellefiz…

Ki müstemlekesi olduğumuz “yoz/pop/el” kültür mütegallibesinden zincirimizi kırabilelim ve yine/yeniden “özgün/köklü/yerli” taravete erebilelim.

Muvazene yitirmişliğin tamiri zordur zor olmasına ama…

“Mihrabı sağlam” Kastamonu’nun “edebi” kökünün “ebedi” kalacağına şüphe duymamak lazım gele.

İlk civek çaktı sayalım babayane edebiyat ve bilim ehlinin sözleriyle şehrin ocağında…

Çoban ateşine dönmekten kurtarmak sana/bana/bize ödev/görev/yükümlülük, harlamak lazım gür nefesle, kalem tutan ellerle.

(İki arkadaş dağa tırmanırken dağın ardının “mesela mistisizm yuvası Hindistan gibi, Tibet gibi bir maneviyat iklimi” olduğunu varsayıyorlardı…

İstanbul’dan, vaktiyle iktidarın, her dem ekonomi, kültür ve cemi cümle sosyal hayatın payitahtından Anadolu içinin bu gözle görülmesi tabii haliyle.

“Sanki buralarda ümmi fakat cahiliyet devrinin şairleri gibi ümmi şairler, ermişler ve peygamberler vardı kalıntı halinde!.. Mutlaka buralarda hakim ihtiyarlar vardı. Bunlar ağaçların altına oturmuş dervişçe kafalarını sallarlardı. Atasözü yumurtlarlardı. Öyle ya, şu Türk diline bakın. Bunca şaşırtıcı kelamları kimler etmiş? O halk etmiş, bu kelamları… Hele mürur tezkeremiz elimize bir verile! Dalsak şu vatan özüne…”…

Vala Nureddin’in satırlarında Vala Nureddin ve Nazım Hikmet’in Ocak 2021’de “İnebolu’dan Ankara’ya” uzanan yolculuklarında İnebolu’da Abaştepe’ye tırmanırken ki haletiruhiyeleri.

İstanbul’dan Anadolu’nun sosyolojiye dair “hayali görüntüsü” aşağı yukarı yukarıdaki cümlenin azı yahut çoğuna sığacak zihni kabulde oldu memleket edebiyatçılarında, sanatçılarında, kültür erbaplarında asırlar boyu…

Dağın arka yüzündeki “gerçek görüntü” ise ola ola asırların yüz ve sırt dönmüşlüğünün sebep olduğu garabet, yalnızlık ve yoksunluktu.

Yakup Kadri Karaosmanoğlu “Yaban” romanında raconu kesiyor Anadolu’nun bu halinin faillerine…

“Anadolu halkının bir ruhu vardı; nüfuz edemedin. Bir kafası vardı; aydınlatamadın. Bir vücudu vardı; besleyemedin. Üstünde yaşadığı bir toprak vardı; işletemedin. Onu, hayvani duyguların, cehaletin, yoksulluğun ve kıtlığın elinde bıraktın. O, katı toprakla kuru göğün arasında bir yabani ot gibi bitti. Şimdi elinde orak, buraya hasada gelmişsin! Ne ektin ki, ne biçeceksin?..”)

(Kastamonu Ticaret Borsası ve Everest Yayınları işbirliğinde, Kastamonu Kent Tarihi Müzesi mihmandarlığında, Kastamonu Ticaret ve Sanayi Odası’nın mekânsal katkısı ile geçtiğimiz Cumartesi günü düzenlenen “Kent ve Edebiyat-Kastamonu Buluşması” konferansını tam tabirle “ağzımız açık” dinledik…

Kastamonu’nun “edebiyat şehri” yahut “edebiyatın şehri” olmasına dönük “kurucu” bir “eylem, etken, elzem” dokunuştu.

Saadet Özen’in Kastamonu’ya dair dile getirdiği “Edebi açıdan canlandırılmayı hak eden bir şehir” ifadesinin özellikle “kayıt” ve dahası “eylem planı” altına alınması ve Kastamonu’nun 20 ilçesi bütününde sosyal gelişmesine dair “karargah merkezi” olarak işaretlenmesi elzem “yol haritası” evrakında…

“İltifat” olarak kabul edilmektense “görev emri” mukabilinden işlem görmesi gerekli bir cümle olduğunu, sosyal gelişmenin, beraberinde ekonomiyi de sırtlayan kalkınmanın gerek şartlarından biri olduğuna kanaat getirenlerce.

Bir süvari kolu geldi geçti Kastamonu’dan…

Süvari kolunu buyur ettiği gibi eğer ki şehir kapılarını içeriden açarsa, ardından mekanize taburlar da gelir gönül rahatlığı ve coşkusu ile alaylar da tümenler de, yeter ki Kastamonu istesin.

O vakit, hayretle karışık minnettarlık ve bahtiyarlığın açık bıraktığı ağzımızın kapandığını, konuşmak ve çorbaya en azından karınca kararınca tuz eklemek için dilimizi döndürmeye başladığımızı, çıkardığımız sesin zamanla kelimeye ve mana içeren cümlelere evrildiğini göreceğiz edebiyat yolunda…

Yolcusu olmak ne güzeldir “edebi” yolların.)

(Bahriye Çeri’nin “Geçmişi yaşatmak için mekanı yaşatmak lazım” cümlesini, yerleşmiş tabirle, çerçeveletip şehri Kastamonu’nun dört bir yanına asmak lazım…

Ki tarihi mirası yerle bir ederken hazin hazin bizi seyrede kelimeler.

“Edebiyat-mekan” ilişkisinden hareketle…

Tarihi mekanları kalmamış bir şehirde edebiyatın olmayacağını söylemeye götürüyor Çeri’nin cümlesi.

Betona şiir yazan şair olur mu?...

Aynılaşmış şehirlere güzelleme düzen romancı ya da?

Şebnem İşigüzel’in Kastamonu’ya geldiğinde kaleme aldığı “babaannesinin mektubu” metninde şehrin bugünü yoktu, 1945’in cumbalarına kadar uzanan konakları ve “kadın nümayişi”, bizatihi tarihi miras vardı…

Nasıl da edebi bir kurgu ile kendimize geldik, kim olduğumuzu hatırladık, tenevvüre erdik.

“Tarihi miras”, “yerel kimlik”, “geleceğe kök sürmek”…

Ancak ve ancak “sahiplik” ile mümkün.

“Kendimize gelelim”…

“Kendimizi bilelim”.)