Ülkelerin sürdürülebilir kalkınma hedeflerine ulaşmaları için yüksek öğretim ve üniversiteler kritik öneme haizdir. Aynı gazetemizde Prof.Dr. Zekeriya YERLİKAYA hocamızın üniversitelerin bölgesel kalkınma açısından ne kadar önemli olduğuna dair yazılarını zevkle okuyorum ve okuyucularıma da tavsiye ediyorum. Bugünkü konumuz ise üniversitelerde akreditasyon süreçlerini incelemek.
Üniversitelerimizin önündeki tehlikelerden biri gelecek yıllarda üniversite okumak için sınava giren öğrenci sayılarının düşmesidir. Bunun birinci nedeni Türkiye’de doğum hızlarının düşmesi ve dolayısıyla nüfusun bir süre sonra azalmaya başlaması ihtimalidir. İkincisi de üniversite okuyan gençlerin çoğalması nedeniyle ekonomide ara eleman arzının azalması ve ara eleman ücretlerinin artmasıdır. Bunları basit biçimde açıklayalım. Güncel doğum hızı hesaplamalarına göre Türkiye nüfusu 100 milyona ulaştıktan sonra azalmaya başlayabilir. Nüfusun dolayısıyla genç nüfusun azalması da üniversiteye gitmek isteyen genç sayısını da düşürür. İkincisini de basit biçimde açıklayalım. Gençlerimiz üniversiteye gidiyor ama sanayide çalışan ustaların, şeflerin maaşlarının da çok arttığını buna karşılık üniversite mezunlarının maaşlarının daha mütevazi kaldığını da görüyor. Bu maaş yapısı da gençlerin üniversite okuma isteğini azaltıyor ve daha da hızlı azaltmaya başlaması da muhtemel.
Böyle bir durumda üniversitelerin iki stratejisi olabilir. Birincisi mezunlardaki öğrenim çıktılarının iş dünyasının talepleri ile uyumlu olmasını sağlamaktır. İkincisi de uluslararası öğrenci sayısını artırmaktır. YÖK ve üniversitelerimiz de bu stratejileri uygulamaya başlıyor. Bu stratejilerin uygulanması için üniversitelerde kalitenin artırılması ve artan kalitenin de akredite edilerek ispatlanması gerekmektedir. Yani Türk ve Uluslararası öğrencilere üniversitelerimizde verilen eğitimin kaliteli olduğunu gösterecek biçimde akreditasyon süreçlerini yürütmeliyiz.
Şimdi “Akredite aşağı akredite yukarı diyorsun hocam. Nedir bu akreditasyon?” diye soracaksınız. İki tür akreditasyon var. Birincisi; Üniversitelerin tümünün akreditasyonudur ki buna YÖK’e bağlı YÖKAK (Yüksek Öğretim Kalite Kurulu) bakar. İkincisi de üniversitelerin bölümlerini akredite eden özel şirketlerdir. Bu özel şirketleri de YÖK görevlendirir. Akreditasyon sürecinde üniversiteler ve üniversitelere bağlı bölümler akreditasyon için YÖKAK ve özel şirketlere başvururlar. Başvuru esnasında kanıtları ile dosyalar hazırlarlar. YÖKAK ve şirketler de bu kanıt dosyalarını incelerler, üniversite ve bölümleri ziyaret ederek inceleme yaparlar. Sonra da üniversite veya üniversiteye bağlı birimin akredite olup olmayacağına, eğer akredite olacaksa da kaç sene akredite olacağına karar verirler. Başarılı üniversite ve birimler beş sene akredite olurlar. Kısaca üniversite ve üniversiteye bağlı bölümlerin sınava girdiklerini söyleyebiliriz. Başarısız olanlar akredite edilmez, başarılı olanlar da uzun süreli akredite edilirler.
Şimdi de muhtemelen “Üniversiteler ve üniversitelere bağlı bölümler bu sınavda başarılı olmak için neler yapıyorlar?” diye soracaksınız. Bunu da cevaplayalım. Öncelikle paydaşların fikirlerini alıyorlar. Firmalar başarılı olmak için paydaşlarının fikirlerini alarak kalite çemberleri kurmalılar ya. Aynı hesap… Üniversiteler de öğrencilerin, mezunların, iş dünyası ve kamu temsilcilerinden oluşan danışma kurullarının fikirlerini alıyorlar. Bunun için anketler uygulanıyor, genişletilmiş bölüm toplantıları yapılıyor ve danışma kurulu toplantıları yapılıyor. Bu toplantılarda ortaya atılan görüş ve öneriler de üniversite ve bölümler tarafından uygulamaya konuyor. Paydaşların görüşleri doğrultusunda Program Eğitim Amaçları (PEA), Program Öğrenim Çıktıları (PÖÇ), Programa Özgü Ölçütler (PÖÖ) belirleniyor ve bunlara göre müfredat şekillendiriliyor. Derslerde verimin artırılması için çalışılıyor. Farklı öğretim ve değerlendirme yöntemleri uygulanıyor. Eğitim sürekli inceleniyor ve sürekli iyileştirme ilkesi çerçevesinde neler yapılabileceği düşünülüyor. Yatay-Dikey Geçiş işlemleri düzenli, ilgili yönetmeliklere uygun biçimde yürütülmeye çalışılıyor. Öğrencilerin Erasmus programlarından, Çift Anadal ve Yandal imkanlarından faydalanmalarına gayret gösteriliyor. TUBİTAK öğrenci projeleri artırılmaya çalışılıyor. Bu süreç ne kadar başarılı işlerse üniversite ve bölümler de o kadar uzun süre akredite oluyorlar.
Akredite olunca öğrenciler hangi bölümlerin akredite olduğunu görüyorlar ve ona göre tercihlerini yapıyorlar. Yapılmış bir akademik çalışmaya, incelemeye rastlamadım ama gözlemlerime göre akredite olan bölümlerin daha yüksek puanlı öğrencileri çektiği görülüyor. Öğrenciler, akredite olan üniversite ve bölümlerin daha doğru iş yaptığını düşünerek tercihte bulunuyorlar. Öğretim üyeleri verdikleri derslerde ve araştırmalarında daha başarılı olmanın yollarını arıyorlar. Elbette bu süreç uluslararası öğrencilerin Türk üniversitelerini tercih etmelerinde de kritik rol oynayacak.
Şahsi kanaatime göre akreditasyon süreçleri başarılı oluyor. Kendimden örnek vereyim. Öğrencilerden gelen geri dönüşlere göre kendime çeki düzen vermeye, daha etkili ders anlatmaya gayret ediyorum. Bölüm başkanı olarak meslektaşlarımı daha etkili ders anlatmaları, teknolojiden yararlanmaları, farklı yöntemler uygulamaları için motive etmeye çalışıyorum. Burada Kastamonu Üniversitesi İİBF İktisat bölümü danışma kurulu üyelerimize de çok teşekkür ediyorum. Onların görüşlerine göre mümkün olduğunca süreçleri iyileştirmeye çalışıyoruz. Diğer üniversite ve bölümleri inceleyince de pek çok meslektaşımın akreditasyon sürecine inandığını ve kaliteyi artırmak için çabaladığını görüyorum. Elbette bazı farklı düşüncede olanlar çıkıyor ve onları görünce insan üzülüyor. Ama insanların farklı düşüncede olmaları normal. Herkes akreditasyon sürecinin başarılı olduğuna inanmayabilir ama onları görmek de insanı üzüyor.
Kalite ve akreditasyon konusunu küçümseyenler için şu hikayeyi anlatalım. Deming denen bir adam var. Kalitenin firmada üst yönetim dahil tüm paydaşların üzerinde düşünmesi gereken önemli bir mevzu olduğunu savunuyor. 1940’lı yıllarda Türkiye’ye geliyor ve “size kalite konusunu anlatayım” diyor. Bursa’da birkaç konuşma yaptıktan sonra ABD’ye geri yollanır. 1940’lar Türkiye’sinde kimsenin kalite konusuna ilgisi yoktur. Kimse adamın ne konuştuğundan bir şey anlamaz ve onu geri yollarlar. Deming tekrar ABD’ye gider sonra Japonya’ya gider. Japonlar kalite konusuna meraklıdır. Japonlar Deming’in konferanslarını dinler ve uygular. Kalite çemberleri oluşturulur, sürekli iyileştirme ilkesi ortaya çıkar. Paydaşların görüşleri dikkate alınarak iyileştirmeler yapılır. Sonra Japonlar, ABD’den daha ucuza daha kaliteli otomobil ve elektronik eşyalar üretmeye başlar. İkinci Dünya Savaşından yenik çıkan Japonya kendisini hızla toparlar ve Dünya’nın en zengin ülkelerinden biri olur. Günümüzde Japon otomobilleri hangi özelliği ile meşhurdur? Toyota, Honda vs alırsanız sanayiye kırk yılın başı uğrarsınız. 1940’lı yıllarda yapılan hatanın sonuçlarını bugün görebiliyoruz. Ekonomi olarak Japonya nerede, Türkiye nerede? Kalite ve akreditasyona inanmayanlar bu gerçek hikayeden de anlamadıysa yapacak bir şey yok.
Yazının sonunda kısaca ileride ne olacağı yönünde fikrimi söyleyeyim. Akredite olan üniversite ve bölümler ayakta kalacaklar (İngilizlerin ifadesiyle Survivor olacaklar), akreditasyona inanmayanlar da bertaraf olacaklar. Rekabet başarılı olanları ayakta tutar, başarısız olanları da sistemden dışarı atar.