Derler ki; balıklar senede bir gün, nisan yağmurları sırasında, denizin yüzeyine çokça yaklaşır, ağızlarını açar ve düşecek bir damlayı beklerlermiş. Sonraki yıla kadar susamazlarmış...

Nisan ayı geldi.
Ama bahar bir türlü gelmedi, öyle bir soğuk yaptı ki Nisan 200 den fazla köy yolunu kapattı. Zirai don yüzünden meyveler soğuktan yandı, kavruldu.
Soğuklar bitip bahar tam anlamıyla geldi mi, kış bitti mi hayır, şimdi önümüzde 21-26 Nisan var. Yani Sitte-i Sevr geliyor.
Arapça ‘sitte’ altı, ‘sevr’ ise öküz anlamındadır. Bu soğuk günlere ‘altı günlük öküz fırtınası’ demek yerinde olur... Anadolu’da halk bu soğuk günlere Nisan ayına Rumca ‘Abrul’ denmesinden dolayı ‘Abrul Beşi’ soğukları demektedir... Anadolu’da bu günlerde hesapta olmayan soğuklara dikkat çekmek için ‘Korkma zemherinin kışından, kork abrulun beşinden, öküzü ayırır eşinden’ denilir...
Aprılın beşinde tohum ya elde olmalıdır ya da yerde. Zira tohum, önceden ekilmiş ve filizlenmiş ise muhakkak soğuk alır.
“Aprılın Beşinin Beşi” ve “Sitte-i Sevr” (Güneş’in boğa burcunda bulunduğu Nisan ayında fırtınalarıyla meşhur altı gün) de soğuk yapan korkulu günlerden olup 21-26 Nisan günlerine denk gelir.
Nisan yağmurlarını bekleyen topraklar…
Bahardır, soğuğu da var, sıcağı da, yağmur da yağar kar da dedik, ama illa ki nisan ayıdır bu ayda en güzeli yağacak yağmurlardır. Öyle ki her bir damlası şifadır, berekettir, dedik bekledik.
Nihayet bu hafta sonunda hava bulutlandı, karardı Ilgaz’ın zirvesi ve şehre doğru bir bulut nehri akmaya başladı. Hava değişti, karardı, Ilgaz’ın zirvesinden gelen rüzgârlar soğuttu kenti. Çok sürmedi ilk damlalar düşmeye başladı,
Hükümet konağının önündeyim. Döndüm yüzümü gökyüzüne, o nisan yağmurunun her damlasını hissetmeye çalıştım. “Bazı insanlar yağmuru hisseder, diğerleri sadece ıslanır.” Diyen Bob Dylan’a bir selam yolladım nisan yağmurlarıyla.
Hükümet konağının önünde durup derin bir nefes alıyorum. Bahar kokuyor, yağmur kokuyor…
Severim böylesine yağmurlu, kasvetli havaları.
İşte şimdi de inceden bir Nisan yağmuru yağıyor Kastamonu sokaklarına, ben de elimde fotoğraf makinem, dilimde bir şiir, dolanıyorum kadim kentimde. Bugün Cumartesi pazarı, insanlar telaşla bir yerden bir yere koşturuyor, o yüzden şehir oldukça hareketli. Yakın köylerden, çevre mahallelerden gelenlerin buluşma zamanı.
Nasrullah Köprüsüne doğru giderken kuyu dibinde iş bekleyenleri gözüm arıyor, onlar da artık bu saatten sonra bize iş çıkmaz deyip kahvehanelere evlere dağılmışlar sanırım. Köprünün ortasına gelince her zaman yaptığım gibi sadaka taşının ortasına bakıyorum, sadece bir izmarit bırakmışlar…
Nasrullah meydanı oldukça kalabalık. Emekliler, pazara gidenler, dönenler, şehri gezmeye gelenler, günün nafakasını çıkarmaya çalışan seyyar satıcılar herkes burada. Burası şehrin buluşma noktası. Kim kimi ararsa muhakkak burada bulur ya da önünden geçer illa ki.
Meydanda en hareketli kitle güvercinler ve çocuklar. Yem satanların gözü çocuklarda, güvercinlerin gözü de yem torbalarında.
Bu ayrılmaz ikili arada bir buluşuyorlar meydanın ıslak tabanında. Güvercinler; en kısa zamanda, en fazla darıyı yemenin, çocuklarda bu mutlu, keyifli anlarını fotoğraflayan anne babalarına poz vermenin peşindeler.
Nasrullah Şadırvanında akan su değil zamandır.
Vakit dar, ezan okunmaya yakın olmalı ki, telaşla abdest alanlar çoğunlukta. Kollar sıvanmış, ceketler omza atılmış, kasketler geriye çevrilmiş, kulaklar okunacak ezanda. Bu manzara kaç yüzyıldır hep aynı, burada zaman durmuş gibi görünse de şadırvandan akan su misali zaman da geriye gitmeden akıp gidiyor.
Hiç geri dönmeyen bir çarktır bu.
Meydanın karşısında Aşir Efendi Hanının çatıları ışıldıyor. Belli ki nisan yağmurları onları da yıkıyor temizliyor. Bu yapılara baktıkça sadece taş duvar görmüyorum. Her baktığım yerinde bize gelecek nesillere verilen bir mesaj da görüyorum. İşte duvarlarına kat kat farklı büyüklüklerde farklı kuşlar için yapılan evler var. Atalarımız bize diyor ki; “Yaratılanı sev, Yaradan’dan dolayı”
Yağmur çok yakışıyor bu meydana…
Bizim memlekete Nisan yağmurları bir başka yağar, Kalenin hisarlarından, eski sokaklarından, kefeli yokuşundan aşağı iner usul usul. Nasrullahın, kubbelerini, Aşir Efendi Hanının bacalarını, yosun tutmuş oluklu kiremitlerini yıkar.
Yağmur değil adeta inci taneleri döker şehrin başından aşağı,
Bir şiir dizesi misali akar karaçomağa, karışır Gökırmağa, gider Karadeniz’e doğru.
Tıpkı Edip Cansever’in dediği gibi
“Ah bu nisan yağmurları.
Hüznünü kaybetmiş çocuklar gibi şaşkın.
Yağıp bitiyor.
Bitsin...!”

Nisan’da yağmur yağarsa bol bol ıslanın…
“Şifalı ve bereketli olduğuna inanılan nisan yağmurları miladi takvime göre nisan ayının 14'ünde başlar mayıs ayının 14'ünde bitiyor”
Bu sıralar ne zaman yağmur yağarsa hiç durmayın çıkın dışarı. Islanın doya doya.
Korkmayın bu yağan yağmur değil berekettir, şifadır.
“Hatta anlatılanlara bakılırsa; Bir istiridye nisan ayında karaya çıktığında, yağmur taneleri içine girerken kum tanelerini de beraberinde taşırmış. Bundan rahatsız olan ve acısını hafifletme yolu arayan istiridye, savunma mekanizması olarak bir sıvı salgılarmış.
Bu sıvı birikir ve zamanla bizim inci dediğimiz yuvarlak cisimlere dönüşürmüş.”
Nisanda yağan yağmurun gerçekten şifalı olduğunu söylüyorlar.
“Bu mevsimde yağan yağmur suyu, vücuda zindelik ve enerji kazandıran kullanılabilir demir maddesi içermektedir. Nisan yağmurlarıyla, kış boyunca en alt seviyeye inen vücudun demir miktarı, en doğal yoldan geri kazanılabilir.”
“Ağaçlar toprağın göğe yazdığı şiirler” ise yağmur da gökyüzünde yalnız gezen bulutların gözyaşlarıdır.
O yüzdendir ki ağaçlar gözyaşlarıyla büyür.
Kesildiğinde ağlar, yakıldığında feryat eder.
Bu günlerde hava kapalı, bulutlu diye şikâyet etmeyin. Yağan yağmurun sesini duyduğunuzda, camlara vuran o damlaları gördüğünüzde üşenmeyin çıkın dışarı.
O şifalı yağmurdan bir damla olsun içmeye çalışın.
Bir sene boyunca susamayacaksınız…
İsterseniz deneyelim,
Haydi hepimize iyi ıslanmalar...


