BİR YANIMDA YARALIGÖZ, BİR YANIMDA GÖYNÜK DAĞI, YÜREĞİM DE ILGAZ

“Yaralıgöz Dağı’nın ismine ilişkin iki söylence bugün hala yaşamaktadır. Bunlardan ilki, dağın zirvesindeki büyük kayalıkta gözleri yaralı ya da kör bir kimsenin ya da bir dervişin uzun zaman yaşayıp dağa ismini vermesidir. Diğer söylence ise dağ zirvesindeki kayanın oldukça yüksekte olmasından dolayı sürekli sert rüzgârlara maruz kalıp, “yelli” yani sürekli rüzgâr esen anlamı ile aynı zamanda bu zirve kayalığının bir gözetleme noktası olmasından kaynaklı “Yelli-Göz” kelimelerinden geldiğidir.”

Bizim memlekette denize inen sokaklarımız yoktur. Ancak tüm yollarımız bir şekilde dağlara çıkar, zirveye ulaştıktan sonra da mutlaka denize, Karadeniz’e iner.

Deniz görmek isteyenler mutlaka bir dağ silsilesini, bir geçidi aşmak zorundadır. Oyrak, Ersizler, Çuhadoruğu, Dağlı Geçidi ve tabi ki en önemlisi de Yaralıgöz geçidi bizi denize ulaştıran belli başlı yollarımızdır.

Kolay değildir, bu zorlu geçitlerden kışta karda yağmurda geçmek, emek ister, çaba ister.

Bu dağlarda, bu zorlu coğrafyada yaşayanlar kendi masalını, efsanesini yaratmıştır. Bizim iller üzerinde yaşayan, gelip geçen tüm uygarlıkların sadece taştan, topraktan yapılarını, heykellerini değil aynı zamanda efsanelerini, masallarını da miras olarak bırakmıştır. Öyle ki burası bir efsane, masal diyarı haline gelmiştir, Efsanelerin kimi dilden dile anlatılan sözlü tarih olarak, kimi de taa yazının ilk bulunuşundan bu yana kayda geçmiş, yazıtlarda yerini almıştır.

Dağların en güzeli olarak elbette “Ilgaz” başta mitoloji de kendine tanrıların sofrası diye yer bulmuş, şarkılara, türkülere, efsanelere konu olmuştur. Sonrasında Yaralıgöz gelir. Onun hakkında da epey hikâye anlatımıştır.

Bir masal diyarıdır Kastamonu…

Bunca yıldır bu coğrafya da gezerim. Her gittiğim, gördüğüm yerde bambaşka bir öykü, efsane, hikâye, masal karşılar beni.

Her adım attığım yerde bir iz görürüm, kimi kadim tarihten kalan bir taş, kimi de yakın tarihten kalan bir ata, baba yadigâri olur.

Cebrail Keleş Köşe (2)-7

 Sonbaharı beklerken, kar fotosu çekmek…

Kastamonu Küre/İsfendiyar dağları her mevsimde çok güzel olur olmasına da asıl masalsı güzelliğini sonbahar saklar. Tüm fotoğrafçılar gibi hasretle bu mevsimin en güzel anlarını yakalamak için fırsat kollarken, daha yapraklar rengini yeni değiştirmişken birden bir haber yayıldı.

“Kar geliyor.”

Ilgaz’a bir iki atar geçer dedik.

Geçmedi.

Üstelik Ilgaz değil Yaralıgöz kar altında haberleri tüm sosyal medyayı kaplayınca duramadık tabi ki.

Düştük yollara.

Nereye gitmeli, Mamatlar var, Emirseyit düzü var, ısırganlık, Esentepe var. Elmalıcami, Pınarhisar, Şeyh köyü nereye gitmeli.

Hele bir düşelim yola, ya nasip diyelim. Bakalım kimlerle kesişir yolumuz. Kastamonu Devrekâni ve hacıhasan Bıngıldayık köyü ve jandarmadan yukarı Çatak köyüne doğru sarıncaya kadar ortalıkta bir şey yoktu. Çatak’tan sonra hava aniden değişti kar atmaya başladı tek tük,

Yol kenarındaki kar yığıntıları, ağaçların üstlerinde de görünmeye başlayınca Yaralıgözü aradı gözüm. Uzakta duman sarmış yaralı yüzünü gözükmüyor. Ama tüm heybetiyle buradayım diyor. Yüzünü gözünü bulutlar sarsa da eteklerindeki çamlar çoktan bembeyaz olmuş. Yol, ince uzun siyah bir yılan misali çamların arasından kıvrılıp zirveye doğru ilerliyor. Zirveye doğru çıktıkça da kar kalınlığı artıyor, soğuk daha bir hissediliyor ve inceden bir kar yağıyor.
Karda yürümenin keyfini bilir misiniz?

Bozkurt, Çatalzeytin yolundan bu kaçıncı geçişim bilemiyorum ama ne zaman karlı günlerde bu yolda bulsam kendimi. Zirvede mutlaka dururum. Hemen yol kenarında “Çığ düşebilir” levhasının arkasında küçük bir düzlük vardır. Oraya gider Yaralıgöz’ü seyrederim. Birbirinin aynısı çamlara hayranlıkla bakar, zirvesine çıkmanın hayalini kurarım.

En sevdiğim seslerden biri, karda yürürken botlarımın çıkardığı o inanılmaz güzellikteki melodi. Hiçbir senfoniye değişmem. Yürümenin en keyif verdiği başka bir yer bilmiyorum.

İlk kar yağışının keyfiyle farkında olmadan epey bir gezinmişim, çocuk gibi karlarda yuvarlandım. İlk kez kar gören masum Balıkçı Şef olarak bu kadar yuvarlanınca iyice bir ıslandım, üşüdüm, yoruldum.

Eee buralarda sıcak bir soba başı, bir bardak demli çayı nerede bulmalı, nereye gitmeli, kimin kapısını bir Tanrı misafiri olarak çalmalı…

Telefonumda biraz gezinince aradığımı buluyorum.

Devrekâni, Akın köylü Fırıncık mahallesinde oturan Ufuk Türkmen’i arayıp hal hatır soruyorum, Köydeysen uğrasam müsait misin deyince,

-Köydeyim şefim gel, başımın üstünde yerin var, beklerim diyor.

Kısa bir ana yolda gidiyor sonra, Akın köyü yoluna dönüyoruz, Fırıncık mahallesinde yol üstünde bizi Ufuk Türkmen bekliyor.

Cebrail Keleş Köşe (3)-4

Bu topraklar bize baktı biz de onu terk etmedik…

Ufuk Türkmen’le çok eskiye dayanan bir dostluğumuz var. Şelale çay bahçesinde başlayan tanışıklığımız, Anıt Ağaçlar kitabı için en uzun köknar ağacı için rehberlik ederken daha da derinleşti. Ailecek birbirimizi tanır olduk. Çocuklarım ne zaman Bozkurt-Çatalzeytin tarafına gidecek olsalar mutlaka yol üstünde şelale çay bahçesine uğrayıp, kırsal kesimdeki bozulmamış kültürü, dostluğu, kadirşinaslığa tanık olurlar.

Köy evine girince ilk işim sobanın başına çökmek oluyor. Islanmış üstümü, başımı kurutmak için yapışıyorum sobaya. Ufuk iki gürgen parçası daha atıyor. Sobadan çıtırtılar geliyor, Kuzine sobanın kapağı açık içinde patalar (patates, üstünde demlikte çay )var.

Ufuğun annesi Döne Türkmen, 70 yaşında ama maşallah her işi yapıyor, gelini getirmemişsin, çocuklar nerede? Diye çıkışıyor.

-Ahh be nenem onlar gelemedi, okul, iş bir dahaki sefer inşallah,

O sırada kerevette oturan baba Muhiddin Türkmen (oda 70 yaşını çoktan aşmış biraz sağlık sorunları var ama yine de durumu iyi.)  şöyle bir doğruluyor, hasretle kucaklaşıyoruz.

Epeydir gelmiyorsun arayı uzatma geçerken mutlaka uğra bak kızarım haa diye inceden takılıyor.

Cebrail Keleş Köşe (7)-4

Köy evinde sade biz değil İstanbul’dan da misafirler gelmiş.

Dereden tepeden konuşuyoruz. Sobadan civekler çıkıyor, demlik fokurduyor, üstünde köy ekmeği dilimleri kızardıkça odayı çocukluğumun kokusu sarıyor.

Tavanda bir demet altın güneş otu çiçeği var. (Bilimsel adı Helichrysum ismi, Latince de güneş anlamına gelen “helios” ve altın anlamına gelen “chrysos” kelimelerinden oluşuyor şekli de tıpkı altın renkli bir güneşe benziyor. Sonsuza kadar çiçekleri solmaz diye biliniyor)

 -Nenem bu nedir,  Muhiddin amcanın hediyesi mi diye takılıyorum.

-Yok, be oğlum ona biz tavşan gülü deriz mideye hazımsızlığa çayı iyi gelir, lazım olunca almak için öylesine astım diyor.

Vakit ilerledikçe hem ben, hem sohbet ısınıyor. Uzun zamandır birbirimizi tanırız, biraz da ona güvenerek;

-Hele bir anlat Muhittin emmi sen bunca zaman bu köyde nettin İstanbul’a düştü mü yolun diyorum.

- Düşmez mi, buralarda kimin düşmedi ki. Köyde doğdum büyüdüm gün geldi askere gittim sonrasında gurbetlik başladı.  İstanbul büyük şehir, dört elle çalışmasan olmuyor. Çalıştım didindim tutundum, bir lokanta açtım.

 Lokantam esnaf lokantasıydı,  aşçısı da işçisi de sahibi de bendim.

Yıllar geçti, çocuklar büyüdü aile genişledi. Memleket burnumuzda tütüyordu. Oralarda aldığın hava hariç her şey paraylaydı. Biz burada alışmışız Yaralıgözün eteklerinde kendi yağımızla kavrulmaya. Az olsun öz olsun bizim olsun diyerek geldik.

Köyde az, çok demeyip üretiyoruz. Çok olursa satıyoruz, az olursa bu sefer biz alıyoruz. Şükür olsun. Bu topraklar bize bunca zaman baktı,  hiç aç koymadı, açıkta bırakmadı. Şimdi ben burayı bırakıp nereye gideyim.

Son durağımızda, sonsuz uykumuzun yatağı da bu topraklardır, ne biz onu bırakırız ne de o bizi.

Cebrail Keleş Köşe (8)-5

Gerçek bir köy kahvaltısı nasıl olur?

Nenem bir sofra kurmuş, nasıl desem anlatılmaz yaşanır. Hele bir de oğlum gelin kusura kalmayın olan bu demesi yok mu?

Ahh be nenem bu sofra senin gönlünün zenginliği, evinin bereketidir.

 Nenem bizi elleriyle hazırladığı değme 5 yıldızlı lokantalarda bulamayacağımız lezzetlerle dolu masaya çağırdı ya, adettendir biraz da evin şımarık oğlu olarak mırın kırın etsem de dayanamayıp başköşeye yerleştim. 

Hedefimde kanlıca mantar turşusu var. Bir tanesini alıp tadıyorum,  ilk gün toplandığı tazelikte ve lezzette. Döne nenemin kendi fırınında yaptığı sobada kızarmış köy ekmeğini alıyor, üstüne tereyağından bir topak koyuyor ve erimesini büyük bir keyifle izliyorum.

-Ay oğul bak fasulyeden de ye kar altında kaldı, yarısını ancak toplayabildim.

-Dur hele nenem şu balın tadına bakayım da,

Kuzinede pişen patalardan birini alıp kabuğunu soyuyorum, biraz tereyağı, az tuz,

Kabak tatlısından bir kaşık,

-Fasulye istemiyor musun?

- yok, kalsın rejimdeyim!

Dışarıda kar yağıyor, Yaralıgözün yüzünü bulutlar sarıp sarmalamış. Sobada gürgen odunları çıtırtıyla yanarken, demlikten fokurtular geliyor ve kızaran ekmek kokusu yayılıyor odanın içine

Ahh nenem seni master şefler görse şapka çıkartırlardı diyor ellerinden öpüyor, hakkını helal edesin diyerek müsaade istiyorum.

Cebrail Keleş Köşe (9)-6

Bizim memleket…

Köy dışında harman yerindeyiz.

Ahmet dede kayalıkları üstümüzde bulutların hemen altında, karla kaplı köknarlar bir gurbet türküsü söylüyor esen rüzgârlarla, Karşımızda Yaralıgöz yelli yüzünü bizden saklıyor. Arkamızda duman içinde Göynük dağı var.

Köyde birkaç hanenin bacasından dumanlar çıkıyor.

Ufukla da vedalaşıp artık hava iyice kararmışken Kastamonu yolunu tutuyoruz. Yaralıgöz geçidinde kar taneleri bize yol boyunca eşlik ediyor. Döne nenemin giderken güle güle gidesin, yine gelin yine beklerim deyişi kulaklarımda, Abdurrahim Karakoç’tan bir şiir “Anadolu Sevgisi” dilimde,


Sen bizim dağları bilmezsin gülüm,

Hele boz dumanlar çekilsin de gör.

Her haftası bayram, her günü düğün,

Hele yaylalara çıkılsın da gör.

19 Ekim 2024 Kastamonu/Yaralıgöz
Cebrail Keleş- Balıkçı Şef

Cebrail Keleş Köşe (12)-3Cebrail Keleş Köşe (11)-2Cebrail Keleş Köşe (10)-6Cebrail Keleş Köşe (5)-3Cebrail Keleş Köşe (4)-3

.