Geçenlerde sosyal medyada bir patronun videosuna rast geldim. Bir inşaat için Türkiye’nin önemli üniversitelerinden mezun inşaat mühendisi mezunları işe almış ama gençler bir gün geçmeden işten ayrılmışlar. Sonra neden işten ayrıldıkları sorulduğunda tahta kalıplarda yağ olmasından rahatsız olan, tozlu ortamda çalışamayacağını söyleyenler var. Öncelikle belirtelim, videoyu çeken kişinin doğru söyleyip söylemediği belli değil. Ama benzer şikayetleri başka işverenlerden de duydum. Muhtemelen işveren tanıdığı olanlar da benzer şikayetleri duydular. Biz yine işverenlerin şikayetleri üzerine bir yazı yazalım. Bu yazı esnasında işveren ile çalışanlar arasında maaş ve çalışma koşulları hakkında anlaşmazlıklar olduğunu da belirtelim.
Birincisi; gençlerin işvereni anlaması gerekli. Emek piyasaları anlatılırken işverenin bir kişiyi istihdam etmesinin nedeninin para kazanma düşüncesi olduğunu anlatıyoruz. Basit biçimde izah edeyim. 10 kişi çalıştıran işveren 11. işçiyi işe alıp almayacağına karar verecektir. Eğer 11. İşçiyi işe aldığında 1000 TL kazanacaksa işçiye de maksimum 1000 TL ücret ödeyecektir. Eğer 1000 TL kazanırken işçiye 1001 TL ücret ödeyecekse 11.işçiyi işe almayacaktır. Yani genç şunun farkında olmalıdır. “Eğer Sen işverene para kazandıracaksan işe alınırsın. Yok para kazandırmazsan işe alınmazsın.” Gençler empati kurmuyorlar.
İkincisi; işverenin de işçileri gençleri anlaması gerekli. Bu iş karşılıklı. Bugün lokantada bir tas çorba içsen 50-100 TL arası ödeme yapıyorsun. 1+1 evlerin bile kirası 15.000 TL civarı… Bunlar da Kastamonu fiyatları yani İstanbul, Ankara gibi şehirlerde fiyatlar daha da pahalı. Yani işverenler Mercedes almak için bayiye gittiğinde Şapur Şupur, vergi dairesi ve çalışana ödeme yapmaya gelince “Yarabbi Şükür” dememeli. Özel sektör, günümüzde ulaşım, yemek, prim, ek maaş gibi yöntemlerle çalışanların ortalama maaşlarını asgari ücretin üzerine 40.000 civarına çıkarıyor ama yeterli mi? Örneğin; büyükşehirde ayda 40.000 TL maaşla çalışan bir kişiyi örnek alalım. 1+1 ev kirası bile 20.000 TL civarı. Bunun faturaları (elektrik, su, doğalgaz vb) var, gıda harcaması var. Giyim harcaması var. Eğer aileyse çocuğun masrafları da var. İşverenlere hatırlatayım! ekonominin kuralları da var. Çalışan bulmakta zorlanıyorsan maaşları artırırsın ve daha rahat çalışan bulmaya başlarsın. Türkiye, eski Türkiye değil. Türkiye milli geliri 1.5 trilyon dolara doğru gidiyor, siz de bu gelirden epey pay alıyorsunuz. Aldığınız bu paydan bir miktarını da çalışanlarınız ile paylaşmalısınız.
Üçüncüsü; artık internet ve iletişim endüstrileri çok gelişti. Gençler başka ülkelerde çalışma koşullarını görüyorlar. Tabi kıyaslama yaparken aşağıyı değil yukarıyı baz alıyorlar. Yani Afrika ülkelerindeki şantiyeleri değil Avrupa ve ABD gibi ülkelerdeki şantiyeleri baz alıyorlar ve oradaki şartları istiyorlar. Sosyal medyada da Yurtdışı çalışma koşullarının biraz abartılmış olma ihtimali çok yüksek. İnşaat sektörüne çok vakıf değilim ama gelişmiş ülkeler bile olsa inşaatlerin çok hijyen olacağını sanmam. Örneğin; fareleri ile meşhur Paris’te veya sokakları leş gibi kokan Amsterdam’da şantiyeler ne kadar temiz olabilir ki… Mutlaka daha gelişmiş ülkelerin çalışma koşullarında bir miktar iyilik vardır ama bu abartıldığı kadar olmayabilir. Amsterdam, Paris gibi şehirleri gittim ve kendi gözlerimle gördüm, medyada tanıtıldıkları kadar hijyenik şehirler değil. Sosyal medyada çekim yapanlar, Paris’in farelerini çekmiyor, Amsterdam’da çekim yapan sokaklardaki leş gibi kokuyu size söylemiyor, siz de videodan o kokuyu duymuyorsunuz. Size Amsterdam bisiklet yollarını, kanallarını ve Eyfel Kulesini gösteriyorlar. Seyredenler de orada hiç eksik yok sanıyor. Halbuki yurtdışında çalışmanın da hem iyi hem kötü yanları var.
Dördüncüsü; kişinin başarılı ve azimli olmasını şartlar sağlar. Refah arttıkça insanlar daha az emek sarf ederek çalışmak istiyor. Türkiye’de bu sene kişi başına milli gelirin 18.000$ civarında olması bekleniyor. Çok değil daha 25 sene önce bu rakam sadece 3000$ civarında idi. Zor şartlarda fakir ailelerde doğan çocuklar çok başarılı olup doktor, mühendis, hakim, öğretim üyesi vs olabiliyor. Ama bu tıp doktorunun çocuğu el bebek gül bebek büyüyor. Anne ve babası isteklerinin %90’ını belki de daha fazlasını yerine getiriyor. Bu çocuk da üniversiteyi bitirince herşeyin güllük gülistanlık olacağını düşünüyor. Ama gerçek hayat öyle değil. Fatih Sultan Mehmet 21 yaşında İstanbul’u fethediyor. Metehan, Timur, Cengiz han vs çocuk yaştan itibaren savaşlara katılıyorlar. Şimdiki gençlerimiz ise üniversite bitince herşeyin çok kolay olabileceğini sanıyor. Açık büfe otellere gidiyorsun, yabancıların çocukları tabaklarını kendileri alıp kendileri dolduruyor. Bizim çocukların tabaklarını ise anne ve babaları dolduruyor. Zorluk yaşamayınca da insan güçlü olmuyor. Sonra bu çocuklar iş hayatına gidiyor ve karşımıza tozdan, yağdan rahatsız olan inşaat mühendisleri çıkıyor. Patron en ufak bir şey istediğinde istifa eden gençler karşımıza çıkıyor.
Beşincisi; gençlerimizi çalıştıracak bir ortam sağlamıyoruz. Yurtdışında çocuk 18 yaşına basınca pek çok aile çocuğuna “Haydi artık tak sepeti koluna herkes kendi yoluna” diyor. Biz de böyle bir şey yok. Gençlerimiz ömür boyu baba evinde kalabiliyorlar. Bunun rahatlığıyla da abuk subuk nedenlerle iş beğenmeyebiliyorlar. NEET yani eğitimde ve istihdamda olmayan sadece evde oturan acayip bir genç kitle türedi ve sayıları da fazla… Eskiden insanlar çocuklarını yaz aylarında bir esnafın, tüccarın yanına verirler “Eti senin kemiği benim” derlerdi. Çocuk da çok düşük bir maaş karşılığı çalışırdı ama hem çok düşük de olsa maaş alır hem de işi öğrenirdi. Para kazanmanın zor olduğunu anlardı. Okul bitince de abartılı beklentilere sahip olmazdı. Yabancılar gibi 18’e gelince çocukları evden atmayı savunmuyorum ama onları da bir işte çalışmaya zorlayıcı bir şeyler olmalı. Elin gavuru, Amerikalısı, İngilizi, Almanı üniversite okurken bulaşık yıkıyor, garsonluk yapıyor ama bizim gençler?
Altıncısı; üniversiteler olarak uygulamalı eğitimi bir şekilde yaygınlaştırmalıyız. Bazı meslektaşlarım “Üniversite meslek kazandırma mekanı değildir” sözünü savunuyor ama işgücü piyasalarının da üniversitelerden beklentisi var. İşgücü piyasasının arzuladığı yeterlilikleri sağlayamazsak Türkiye ekonomisine katkımız olmaz ki. Artık Dünyanın en büyük 1000 üniversitesi arasına giren bir sürü üniversitemiz var. Ama bu üniversitelerden mezun olan inşaat mühendisi inşaatlerin tozundan, yağından rahatsız olup çalışmak istemiyorsa sıkıntı var demektir. Bu, üniversitenin öğrenciye teorik bilgileri yeterince verdiğini ama pratik bilgileri vermekte çok da başarılı olmadığını gösterir. Öğrenci üniversiteden mezun oluyor, İnsan Kaynakları ofisinde mülakata giriyor. Mülakatı yapan “Biz Rusya’ya ihracat yapıyoruz. Rusça biliyor musun?” veya “Biz falanca bilgisayar programını kullanıyoruz. Sen biliyor musun?” tarzında sorular soruyor. Genç olumsuz cevap verirse hiç şansı kalmıyor. Şirket onun yerine Rusça bilen, falanca bilgisayar programını kullanabilen kişiyi işe alıyor. Yani “ne kadar ekmek, o kadar köfte”.
Yedincisi; İşgücü piyasaları arasında geçişkenlik olmalı. Yani bir işte iyi para kazanılıyorsa kişi mevcut işini bırakıp iyi kazanılan işi yapmaya başlamalı. Ama olmuyor. Gençler gündeliği 2500-3000 TL’dan ev temizliğine gitmiyor, köyde bayağı zengin olacağı hayvancılığı istemiyor, sanayide çalışmayı istemiyor ama 40.000 TL veya daha düşük maaşla büyükşehirde masa başı işi tercih ediyor. Çünkü artık sadece işin kazancını değil zorluğunu da dikkate alıyor. Masa başı işlerde işgücü arzı azalmalı, diğer işlerde işgücü arzı artmalı ki masa başı çalışanların ücretleri artsın.