Efsanelerin, romanların ve dağların gölgesinde bir yolculuk
Çayırcıklı Menüğün Hikâyesini Bilir misiniz?
Kastamonu, yedi bin yıllık geçmişiyle bölgenin en eski yerleşimlerinden biri. Bu tarihi en iyi anlatan ise Kastamonu Kalesi’nin taşlarıdır. Binlerce yıldır surlarından bakan biri, hep aynı şeyi görmüştür, Karaçomak’ın suladığı bereketli ovayı ve onu koruyan Ilgaz Dağı’nı.
Bizim memleket her yönüyle tarihiyle, doğasıyla, kültürüyle sanatıyla birçok güzelliklere sahip. Tüm bunların yanında bir de denizimiz var bizim. Fakat bu denize ulaşmak her dönemde hiçte kolay olmamış. Kastamonu ile deniz arasına aşılması gereken yüce dağlar, geçilmesi gereken yüksek geçitler girmiş, saklamış denizi bizlerden.

Denize diye yola çıkanların karşısına, bazen Çuha doruğu, bazen Yaralıgöz, bazen de Dağlı geçidi dikilmiş. Buradan geçenler hem yüksekliği hem de güzelliğinden dolayı başları dönmüş.
Nasıl dönmesin ki; bir Dağlı geçidimiz var, Cide’yi saklar gözlerden, taa ki Gebeş tepesinden aşağı salınıncaya kadar, Çuha Doruğu desen Küre dağları belgeselinin küçük bir bölümünü fragman diye izletir. Ben gibi bir fotoğrafçıysan gideceğin yeri, denizi unutursun da Karacehennem boğazında bulursun kendini.
Çatalzeytin, Bozkurt Abana’ya gideyim diyenleri ise Yaralıgöz bekler. Daha Devrekâni den çıkar çıkmaz karşına dikilir, yol aldıkça büyür büyür, o büyüdükçe de sen küçülür içinde kaybolursun.
Bu taraftan bakanlar bir sfenks görürken, karşıdan bakanlar gökyüzünü seyreden birini gördüğünü iddia ederler. Hatta yaralı bir gözüngeleni gideni gözetlediğini bile gördüğünü söyleyenler bile olur.
Yaralıgöz, nice efsanelerin ve halk hikâyelerinin başkahramanıdır. Görünümüyle sanki bir Salvador Dali ya da Picasso tablosundan fırlamış gibidir.

Efsaneler ve İsimlerin Sırrı
Benim dağım Ilgaz olsa da buraya da epey yolumuz düşmüştür. Önce şöyle bir bakalım adı nereden geliyor, kısa bir gezinti yapalım.
“Adı ile ilgili buradan gelip geçen her kavmin farklı bir hikâyesi olsa da, Yaralıgöz Dağı’nın ismine ilişkin iki söylence bugün hala yaşamaktadır. Bunlardan ilki, dağın zirvesindeki büyük kayalıkta gözleri yaralı ya da kör bir kimsenin ya da bir dervişin uzun zaman yaşayıp dağa ismini vermesidir.
Diğer söylence ise dağ zirvesindeki kayanın oldukça yüksekte olmasından dolayı sürekli sert rüzgârlara maruz kalıp, “yelli” yani sürekli rüzgâr esen anlamı ile aynı zamanda bu zirve kayalığının bir gözetleme noktası olmasından kaynaklı “Yelli-Göz” kelimelerinden geldiğidir.”
Kastamonu adının ortaya çıktığı en eski yazılı kaynak olan Saltukname’de ise Yaralıgözün adının öyküsü şöyle anlatılır.

“Sarı Saltuk ise, Kûh-i Bülend olarak bilinen dağa (Yaralıgöz Dağı) geldi. Daha önce Moni’ye esir düşen Yer Alagöz burada hapis olunmuştu.
Sarı Saltuk bu dağ zirvesine çıkarak 7 kişi ile birlikte hâcet namazı kıldı, güller dikti. Sonra birlikte dağdan aşağı indiler. Hasan Abdal düşman askerlerden birini esir aldı. Onu sorguya çekerek Yer Alagöz’ün hangi mağarada hapsedildiğini öğrendiler.
Buradaki düşmanı tepeleyerek sarp kaya üzerindeki bu mağaradan Yer Alagöz’ü kurtardılar. Sarı Saltuk, bu dağı Yer Alagöz’e mülk olarak verdi. Bundan sonra o dağın adı Yer Alagöz Dağı (Yaralıgöz) oldu.”
Cennetin Bekçileri
Tarihçiler böyle anlatır ama bir de yazar gözüyle bakalım “yaralıgöz” hakkında ne demişler.
Ata Ambarcıoğlu’nun “Menük” romanı, Devrekâni ovasını ve insanlarını bir dönemin aynası gibi yansıtır. O romanın sayfalarında dolaşırken, bugünün Yaralıgöz dağlarında yankılanan o eski sesleri duyar gibi olursunuz.
“Menük” bir devri, bir coğrafyayı yerel kültürler üzerinden evrensel değerlerle bizlere aktarır.
Yazar; romanına Dörkeni (Devrekâni) ile denizin arasına giren o muhteşem dağları, güzellikleri anlatarak başlar.
“Yaralıgöz” demez romanında yerel adıyla söyler “Digöz”
“Bir atın üstüne atlayıp kuzeye doğru yol alırsanız, bu yayla biter ve bittiği yerde de tepeleri göklere değen sarp, soğuk, kayalık karlı dağlar dikiliverir önünüze. Bu dağlar aslında içindeki doğal cennetin ve bu cennetin öbür tarafındaki denizin Tanrı tarafından gönderilmiş bekçileridir.”
Yazar “Cennetin Bekçileri” der bu kayaları tasvir ederken ve Tekke Kayasından gün batımını anlatır.
“ Menük, tekke kayasında mermer sahanlık adını verdiği düzlüğe oturur; gün sona ermektedir. Tekke kayasının arkasındaki yaylanın bittiği yerdeki Karadeniz dağları üzerine kadar gelen güneş artık beyazlığını kaybetmiş, kırmızı yuvarlak bir kana dönmüş hem de bir tepsi büyüklüğünde.
Bu koskocaman ateş kırmızısı hayat kaynağı yusyuvarlak akşam güneşi, hafif hafif gömülmeye, hafif hafif saklanmaya çalışıyordu. Sisli yüce tepelerin arkasına. Tam da gömülmüş yok olmuştu ki bir akşam serinliği çöküvermişti bu geniş dörkeni ovasına.
Kışı çok sert olurdu bu yörenin.”

ÇayırcıklıMenük ve Balıkçı Şef
Romanı bitirdiğimde oturduğum yerden geriye doğru yaslanıp gözümü kapattım ve “Menük” ile aramda duygusal bir bağ kurmaya çalıştım.
Tekke Kayasından ben de “Menük” gibi oturup gün batımını seyretmişim.
“Menük”gibi ben de yıllar yılı her mevsimde karış karış Devrekâni ovasında, Yaralıgöz dağlarında gezmişim.
Bir geyiğin, eliğin, tilkinin fotoğrafını çekmeye çalışırken tıpkı “Menük” gibi ben de arkamda bir hışırtı duyduğumda ürpermişim.
“Menük” gibi ben de köylere gittiğimde benimle ekmeğini, sevgisini, mutluluğunu paylaşan köylülerle dost, arkadaş, yaren olmuşum.
Bu dağlarda, yollarda İçten, samimi, karşılıksız sevgi muhabbet eden adını bile bilmediğim nice tanışım, dostum, arkadaşım, yarenim olmuş.
Düşünüyorum da; “Menük” ve arkadaşlarının yaşadığı o dönemlerden bu yana çok şey değişse de değişmeyen birkaç şey olduğu gibi kalmış.
…
Mesela Yaralıgöz, o gün olduğu gibi bugünde ulaşılmazlığını, sessizliğini koruyor. Açılan yollar onu sadece uzaktan izlemek için bir vesile oluyor, denize artık daha çabuk ulaşıyoruz. Ama Yaralıgöz hiç değişmeden bize bakmaya devam ediyor.
Karşımdaki o muhteşem dağa, tepelerine, ormanlara uzun uzun bakıyorum, tam zirvesindeki mağaralara takılıyor gözüm. Ah be “Menük” yoksa buradan mı gözetlerdin yolu, eşkıya yoldaşların, Kara Seyfi, Yüzlüklerin Memed, Telgrafçı faik, Sarı Şevket’le ateş yakıp tarhanayı burada mı içmiştin, piran mı (kuyu kebabı, Büryan) yapmıştın kim bilir.

Tekke Kayası ve Ilgaz
Akşamüstü Yaralıgöz’den dönerken ayaklarım beni alıp Tekke kayasına götürüyor.
“Menük’ün içi dertle dolduğu zaman, yüreğine bir sıkıntı düştüğü zaman veya bir şeye öfkelendiğizaman avunduğu tek bir yer vardı. Bu yer, Dörkeni köyünün tam kuzeyindeki tepe idi. Oraya TekkeKayası denirdi.”
“Balıkçı Şef’in de ruhu ne zaman sıkılsa, yüreğindeki bulutların yağmurla dolduğu zamanlar gideceği tekbir yer vardı. Ilgaz.
Ilgaz’ı gören her hangi bir yerde yalnız bir başına oturur, yağmur gibi dökerdi içindekileri “içinden”.
Menük ve Balıkçı Şef,
İki ayrı dağa sevdalı ama aynı gönle sahip iki yolcu.
Menük, derdini Tekke Kayası’ndan Devrekâni ovasına dökerdi;
Balıkçı Şef ise Ilgaz’ın sırlar tepesine bırakırdı içindekileri.
İkisi de cennetin bekçilerine sığınırdı sonunda.
