Doğa, kış uykusundan uyanırken, ilk yaz ağaçlarda sürgün veriyordu. Tomurcuklar yeniden doğuyordu yaşama. Yağmur damlalarıyla, toprağın o kendine özgü kokusu ortaya çıktı. Kamp ateşinden yayılan sıcaklık Mehmet’in yorgun vücudunu sardı.

Bir süre sonra Mehmet, top sesleriyle kendine geldi. Yunan savaş gemileri İnebolu'yu bombalıyordu. Panter ve Kılkış adlı iki Yunan zırhlısı İnebolu Limanı’na ulaşmıştı. Türkçe bilen birisi, şehrin ileri gelenlerine, cephane ve silahların iki saat içinde teslim edilmesini söyledi. Cephanelerin teslim edilmemesi üzerine İnebolu sahillerine yönelik bombardıman ateşi başladı.

Yunanlılar Kurtuluş Savaşı'nın gereksinimi olan insan ve cephanenin Anadolu'ya giriş yeri olan İnebolu’yu bombalarken, Mehmet diğer kahramanlar ile birlikte cephaneyi iç taraflara taşıyıp, saklayarak, kurtarmayı başarmıştı. İnebolu düşman tarafından yakılıp yıkılsa da mücadele durdurulamamıştı.

Mehmet, uzaktan bir tekerlek sesi duyar gibi oldu. Dikkatle dinlediğinde bunun kağnı gıcırtısı olduğunu fark etti. Karşıdan çocuğunu yorganına sarmış bir ana, mermi yüklü kağnısını çekerek ağır ağır ilerliyordu. Ardında bir başka kağnı ve belirli aralıklarla diğerleri…

Toprakta derin izler bırakarak, zorlu koşullarda ilerlemeye çalışan kağnılardan birinde on dört on beş yaşlarında gösteren genç kız dikkatini çekti. Top mermileriyle yüklü kağnıya yön vermeye çalışıyordu. Öyle güzeldi ki…

Mehmet; ” Melek bu! nasıl olur…” diye söylendi. Heyecanlanmıştı. Çocukluk evlerinin bitişik bahçelerinin düşlerini süsleyen, komşularının güzel kızı Melek. Önce, “Bunda mantık hatası var. Onun kağnılarla ne işi olur?” dedi kendi kendine. Melek’in giysilerine ve soğuktan donmak üzereymiş gibi morarmış ellerine dikkatlice baktı. Melek üşümüş, yorulmuştu. Yollar buzlu, hayvanlar yorgundu. Mehmet, dondurucu soğuğu kendi içinde de hissetti.

Melek’in deniz yoluyla İnebolu'ya getirilen cephaneyi ve top mermilerini cepheye taşıyan kağnı kollarından birinde görev aldığını öğrenmiş oldu böylece. Cephedeki askerlere cephane ulaştırmak için kağnıyla yol alıyordu. Kağnıyı çeken hayvanlar çok yorgun olduğu için karla, çamurla ağırlaşan tekerlekleri çekmekte zorlanıyorlardı.

 Mehmet, mücadele içindeyken yolunun Melek’le bir kez daha kesişmesinden memnundu. Bununla birlikte bu zorlu koşullar nedeniyle Melek için endişelenmekten de kendini alamıyordu.

Önce Melek, sonra kağnıyı çeken öküzler, en sonunda da üzeri yorganla örtülmüş cephaneler gecenin karanlığına gömüldüler. Yavaş yavaş uzaklaşan kağnının gıcırtısını artlarında bıraktılar. Onun ardından birçok kağnı daha geçti.

Kağnıları yöneten kadın yüzlerinde annesini gördü, kız kardeşini, öğretmenini, okul kantinini işleten teyzeyi, sinema gişesinde çalışan genç kızı…

Derinlerden gelen bir ses; “Mehmet!” diyordu. Sonra bir kez daha aynı çağrı tekrarlandı. “Mehmet!” Babasının sesiyle uyandı. Ortadaki kamp ateşi sönmüş, herkes dağılmıştı. Mehmet üşümüş olduğunu fark etti. Babası üsteledi: “Hadi oğlum, kalk. Çadırımıza gidelim.”

 Rüya o kadar gerçekti ki Mehmet günlük yaşamdan uzaklaşmıştı. Rehberin anlattıklarının etkisinde kaldığını düşündü. Sonra Melek’i gördü. Bu kez anne ve babasıyla birlikte çadırlarının önünde oturmuş, yıldızlara bakarak sohbet ediyorlardı. Mehmet’in babası; “İyi geceler.” dedi onlar da aynı şekilde cevapladılar: “Size de iyi geceler.” Mehmet yüzünde utangaç bir gülümseyişle selamladı.

Bir taraftan da; ‘Ateşin başında uyuyakaldığımdan ve gördüğüm garip rüyadan Melek’e söz etsem mi acaba?” diye içinden geçiriyordu.

‘Belki uygun bir zamanda, uygun bir ortamda kendimde o cesareti bulurum ve anlatırım…’ diye düşünüp bir kez daha belli belirsiz gülümsedi.

Mehmet ve Melek’in babaları iş arkadaşıydı. Lojmandaki aynı apartmanda oturuyorlardı. Anneleri de önce komşu sonra da arkadaş olmuşlardı.

İstiklal Yolu Yürüyüşü’ne katılmaya birlikte karar vermişlerdi. Üç gün önce Mehmet’in ablası telefon açıp bebek bakıcısının aniden ayrıldığını haber vermişti. Çalıştığı iş yerinden izin alamadığını söyleyip annesini çağırmıştı. Annesi programlarını bozmamalarını, baba oğul geziye katılmalarını önerdi. Bu, Mehmet’in Dağ ve Doğa Yürüyüşü topluluğuyla olan ilk gezisiydi.

Gezinin ilk gününde, rehber; “Genellikle gezilerin amacı yeni yerler görmek, temiz havası olan ortamlarda yürüyüş yapmak olsa da ‘Atatürk ve İstiklal Yolu’nda bulunmak, bu gezilere farklı bir anlam katıyor. Burası, İstanbul ve Rusya’dan gemilerle İnebolu’ya getirilen silah ve cephanenin üç yıl boyunca Ankara’ya taşınmasında kullanılan yoldur.

İnebolu Kastamonu arasında eski kağnı yolunun kullanıldığı patikalar tarihten izler taşıyor. İstiklal Yolu yeniden canlandırılarak bir yürüyüş ve bisiklet rotası haline getirilerek, doğa severlerin hizmetine sunuldu. Coğrafi bilgi sistemine kaydedilip yön bildiren tabelalarla belirlenen yol, yüz beş kilometre uzunluğundadır.” sözleriyle katılımcılara bilgi vermişti,

Mehmet, derslerden ve özellikle de sınavlardan yorulmuştu. Çalışkan, başarılı bir öğrenciydi ama Melek kadar değil. Böyle düşündüğü için de sınav sonuçlarının beklediği gibi gelmemesinden ve Melek ile ayrı okullara kayıt yaptırmak zorunda kalmaktan korkuyordu.

Küçüklükten bu yana birlikte oynadıkları, aynı ilköğretim okuluna birlikte gittikleri Melek ile çok iyi anlaşıyorlardı. Bu arada Melek gitgide güzelleşmişti. Mehmet kendisinin de yakışıklı olduğunu düşünüyordu ama onun gözünde, melek yüzlü arkadaşı herkesten başkaydı.

 Çocukluklarında hiç yanından ayrılmayan, sırlarını onunla paylaşan Melek, son yıllarda eskisi kadar yakın davranmıyordu. Daha çok kız arkadaşlarıyla dolaşmayı yeğliyordu. Mehmet’le konuşurken yüzü kızarıyor, yanakları al al oluyordu. Mehmet de Melek’i gördüğünde kalbinin hızlı hızlı attığını fark ediyordu.

Mehmet, kalabalık sokaklardan çok doğada dolaşmayı severdi. “İnsan dokundukça tanır dünyayı ve yaşamı…” diye düşünen babası ile birlikte bu geziye katıldıkları için çok mutluydu. Mehmet ile Melek ile yakın yaşlarda 4 genç daha vardı, gezide. Onlarla tanıştılar. Bu gezi nedeniyle, Mehmet’in Melek’le arkadaşlık bağı tekrar güçleniyordu.

Yürüyüş, İnebolu Limanı’nın karşısındaki Türk Ocağı binasının önünden başlamıştı. İnebolu’nun renkleri göz kamaştırıyordu. Yeşil yamaçlarda kırmızı evler oyuncak gibi görünüyordu. Bu güzel sahil kasabasının evleri genellikle aşı boyası denilen kırmızı renge boyanırdı.

Bazen köpüklü dalgaları, bazen de sessiz, sakin duruşuyla Karadeniz’in ufka doğru uzanışını seyrederek yürüdüler.

Yol üzerinde; Hamamcı Kadı Salih Reis’in bronz heykeli vardı. Rehber; “Yetmiş yaşına ve sağ elinde bastonu bulunmasına karşın silah ve cephane taşınmasına katılmış olan ve halka önderlik eden Hamamcı Kadı Salih Reis’in top mermisi taşıyan fotoğrafı İnebolu ilçesinde yapılan araştırmalar sonucu bulunmuştur. Heykel, bu fotoğraf örneklenerek yapıldı.” diye açıklama yapmıştı. Gerçek boyutlardaki heykelin fotoğrafını çekenler kadar heykelle birlikte fotoğraf çektirenler de olmuştu.

Her dalgada değişen mavisiyle Karadeniz artık çok aşağılarda kalmıştı. Bir yanı orman, diğer yanı derin bir vadi olan yolda yürümeye devam ettiler. Sırt çantalarıyla uzun süre yürümek yormuştu. Bir süre dinlendiler. Yol boyunca kiraz, kestane, çam ağaçları ve yer yer fındık bahçeleri onlara eşlik ediyordu. Yürüyüşçülerden biri, kayın ağaçlarını göstererek; “Sonbaharda bu ağaçların sarı ve kızıl renge dönüşen yaprakları büyüleyicidir.” dedi.

 Eski kağnı yolu, öğle yemeği molası, çeşme başı soluklanmaları ve sohbetlerle geçen birinci gün yürüyüşü Çuhadoruğu’nda sona ermişti. Çadırlar ve diğer eşyalar araçla taşınmıştı. Akşam yemeği öncesinde kamp ateşleri yakılmıştı.

İşte o gece, Mehmet günün yorgunluğu ve hemen yanı başında çıtırdayarak yanan ateşin sıcaklığıyla uzandığı çimenlerde uyuyakalmıştı. Çadırlarına girerken Mehmet babasına; “Bu kadar eğleneceğimi ve arkadaşlarımla çok güzel zaman geçireceğimi bilseydim, bundan önceki tüm gezilere katılırdım.” dedi. Baba oğul çadırlarında huzurlu bir uykuya daldı.

Sabah erkenden uyandılar. Sandviç ve meyve suyundan oluşan kahvaltılarının ardından yola çıktılar. İkinci gün yürüyüşü Ersizler Dere Kanyonu’na doğruydu. Yüksek ve engebeli bir yapıya sahip olan araziye yerleşmiş akarsular, derin yataklarında akarken olağanüstü manzaralar oluşuyordu.

Gür ormanların, rengârenk çiçeklerin yanı sıra, yükseltinin yer yer bin metreye ulaştığı kanyonların baş döndürücü görüntüsü eşliğinde yürüyüş sürdürüldü. Mehmet ve Melek dört gençle birlikte yürürken, dinlenirken, akşam yemeği sonrası söyleşirken hep birlikte oluyorlardı.

Gençlerden biri İstanbul’dan katılmıştı ve diğerlerinden iki yaş büyüktü. Televizyon meslek lisesinde okuduğunu, bir reklam çekme deneyimi olduğunu söyledi. Reklam filmi İnternette de yayınlamıştı. Bu çok ilgilerini çekmişti.

Seviye belirleme sınavından, devam etmek istedikleri liselerden ve üniversitelerden, telefon markalarından, bilgisayar oyunlarından konuştular. Birbirlerinin elektronik posta adreslerini öğrendiler. Bir diğer genç okulunun atletizm takımında olduğunu söyledi.

Melek ile Mehmet okulun tiyatro kulübünde görev aldıklarını anlattılar. Birlikte oynadıkları oyundan söz edip provalarda başlarından geçen komik olayları anlattılar. Ormanları, köyleri, akarsuları, kanyonları geçtiler.

Doğayı duyumsayarak, sesini duyarak yapılan bu yürüyüşe tarih de eşlik ediyordu. İkiçay Köprüsü’nde ikinci günün yürüyüşü sonlandı. Köprünün biraz ilerisindeki alana çadırlar kuruldu. Tüm kampçılar bu gece çok büyük bir ateş yakıp birlikte oturma kararı aldılar.

Ormanın serinliği ağaçların baş döndüren kokusu ile buluşup kent yaşamının sorunlarını, gerginliğini eritmişti. Bir iki saat kadar ateşin başında oturup sohbet ettiler, şarkılar söylediler.

İnebolulu öğretmen: “Dereye düşen baharın bir daha çıkamadığı ilçe neresidir?” diye sordu. Herkes farklı bir ilçenin adını söylüyordu. Soruyu soran cevabın içinde olduğu, Nazım Hikmet Ran’ın “İnebolu” şiirini okumaya başladı.        

Üçüncü gün kamp kurdukları Alacık Çayırı’ndan yola çıktılar. Yürüyüş yolu yukarıya doğru devam ediyordu. Ancak doğal bitki örtüsüyle bezeli mis kokulu ormanlardan geçip Küre ilçesine ulaştıklarında hiç zorlanmadıklarını fark ettiler. Doğanın güzelliğine kapılmışlar, yolun nasıl geçtiğini anlamamışlardı.

Küre'de yenilen yöresel öğle yemeği ve dinlenmenin ardından tekrar yola çıktılar. Rehber, son yürüyüş yolunda olduklarını anımsatıp; “Cepheye sırtında, kağnısında cephane taşıyanlar yanında, askere yiyecek, giyecek hazırlamayı da kendisine görev bilenler yine kadınlarımız olmuştur” diyen rehber, Şerife Bacı ve Halime Çavuş’tan söz etti.

Mustafa Kemal Atatürk’ü, Yakup Kadri Karaosmanoğlu ve bazı ünlü yabancıları ağırlayan, aynı zamanda cephane kollarının dinlenme yeri olan Ecevit Hanı aslına uygun olarak yeniden yapılmıştı. Buraya özgü Ecevit Çorbası içerek, yalnızca midelerini değil yüreklerini de ısıttılar. Yürüyüşe katılanlar tatlı bir yorgunluk içindeydi. Yeni yerler görmüş, yeni dostluklar kurmuşlardı.

Tüm yürüyüş yolları geçilmiş, gezi tamamlanmıştı. Bu arada hava iyice kararmış ve serinlemişti. Vedalaşmalar, telefon numarası alıp vermeler ve bir dahaki doğa yürüyüşünde buluşmak için alınan kararlardan sonra, farklı kentlere dönecek olanlar gruplarıyla buluşup otobüslerine bindiler.

Melek ile Mehmet yeni tanıştıkları arkadaşlarıyla vedalaşıp aileleriyle birlikte evlerine gitmek üzere yola çıktılar. Tüm gece yolda geçti. Otobüs, sabah serinliğinde bir benzin istasyonunda çay molası verdi. Güneşin doğuşu ve ağaçların dallarında parlayan çiy damlacıklarının görüntüsü çok güzeldi.

Mehmet acıktığını hissetti. Melek de acıkmıştı. Birlikte inip iki tost yaptırıp birer ayran alıp bir masaya oturdular. Mehmet; “Güzel bir geziydi” dedi .

Melek; “Günler geceler boyu denizin mavisinden umudun mavisine doğru cephanelerle yol alan kadınlar ne kadar cesurmuş…” dedi.

Mehmet; “Şiir gibi konuşuyorsun.” diye yanıtladı ve Melek’in başka bir şey söylemesine fırsat vermeden ekledi: “Rüyamın içinden sen geçiyordun.”

Melek şaşkındı. “Sen de bilmece gibi konuşuyorsun.” dedi.

Mehmet; “Anlatmayı denesem de kelimelerle ifade edememekten korkuyorum. O denli etkileyici, o denli heyecan vericiydi ki…” diye söze başlayıp Melek’i kağnıyla cephane taşırken, kendisini de cephaneleri bombardımandan koruyan bir kahraman olarak gördüğü rüyayı anlattı. Melek’in kendisine kızmasından ya da alay etmesinden korkuyordu. Başını kaldırıp Melek’in yüzüne baktı.

Melek, Mehmet’in gördüğü düşle ilgili yorum yapmadı ama öğrenmekten mutlu olduğu belli oluyordu. “Yaşantımın en güzel dört gününü geçirdim.” dedi gülümseyerek. “Ben de.” diye yanıtladı Mehmet.

 Kalkıp otobüse doğru yürüdüler. Mehmet babasının yanındaki koltuğa oturmadan önce Melek’e eğilerek; “Uyandıktan sonra da devam edebilen rüyalar varmış.” diye mırıldandı. Otobüs hareket ederken; topraklarında yüzyıllardır yaşam bulmuş uygarlıklara, geçen yılların tüm yorgunluklarına karşın; cephane yolundan yayılan taptaze umutlar ve yaşama sevinci tüm yolcuları sarmıştı; gün ışığıyla birlikte umuda dönüşüp tüm ülkeyi kapladı. 

             (Milli Eğitim Onaylı Gençlik Öyküleri / 2012 Yılı/  Buğdayın Sesi adlı kitabımdan/

                                                 Mine Akçakoca Özgür)