Yeşil ile mavinin birbirine karıştığı yer “Kastamonu Sahilleri…”
Arhavili İsmail’in teknesi nerede?
Köy bizim yol bizim yolcu bizden
Dost yüreği sıcaklığında bir yolculuk
Uzak değil (Rıfat Ilgaz)
Dost yüreği sıcaklığına yolculuk için dostlarla sahil yollarındayız...
Havalar ısındıkça yaz mevsimi yaklaştıkça, ilk olarak akla deniz kum güneş üçlüsü geliyor. Özellikle de İstanbul’dan bizim memlekete sahile göç de hızlanmakta. Köylerde hayat canlanıyor, bağ, bahçe, sera ve fındıklıklar hazırlanıyor.
Deniz kum güneş deyince, İl Kültür Müdürlüğümüz verilerine göre, “Kastamonu İlimiz 170 km’lik sahil şeridiyle Karadeniz’de en uzun sahile sahiptir.”
Cide, Doğanyurt, İnebolu, Abana, Bozkurt ve Çatalzeytin olmak üzere toplam 6 ilçemiz deniz kenarında. Bu sahili denizden değil de karadan, yaklaşık 90 km lik İnebolu Cide arasını boydan boya geçmek unutulmaz bir deneyimdir, hele ki ilk kez geçen olursa anılarında kalıcı yer eder.
Dost yüreği sıcaklığında bir yolculuk…
Kar kış kıyamet derken, gördüm ki epeydir sahile gitmemişiz, özledik eski dostları, çok kalabalık olmadan şöyle bir gezip görelim diyerek bir hafta sonu, mayıs ayının sıcak mı sıcak ve güzel bir gününde biz de Kastamonu’dan çıktık yola.
Yol belli, artık gözü kapalı gidiyoruz buralardan.
Ağlı’dan sonra Şenpazar/Cide ayrımı var. Bu yollardan ilk geçişimiz değil. Her bir km sinde onlarca anılarımın olduğu tanıdık yollar. Ağlı Karaçamı geçerken arıcı dostumuz Mustafa Karaçama, Selmanlı yol ayrımında da eski muhtarım Cevat Bal’a selamımızı yollamadan geçilir mi?
Balca ‘da derenin karşısında kardeşlerin evlerine bakıp imrenirken, Dereli tekke de Emin muhtarımla kuyu kebabı, merhum bakkal babasıyla kahvehanede ki unutulmaz sohbetlerimiz geldi aklıma.
Maden, kızılca yol ayrımı bana Doğanyurt’a kadar gittiğimiz gördüğümüz yerleri dostları hatırlattı.
Tünellerden geçtik, kar şelalesini gözüm aradı, bu sene kar da yağış da az oldu. Şelale o yüzden iyice incelmiş damla damla akıyor, kuruması yakındır.
Sırapazarında hızar yerinde duruyor, ama son büyük selde asma köprü gitti. Aktaş da yeni yapılan valay köprüsünün yanından geçiyoruz, eskiden ağaçlar arasında zor seçilirdi şimdi kuru dere yatağının ortasında kalmış.
Kalaycı’dayız, caminin yanındaki çay ocağı henüz açılmamış, orak inciri zamanında uğrarım diyor ve kafamdaki ajandaya not alıyorum.
Dere boyunca ilerliyoruz, Korucak ta karayollarının şantiyesine varmadan Çayyaka yönüne kısadan dönüyoruz.
Biraz dik ama epeyce zaman kazandırıyor.
Edeler, Kç Mutlu Aybasan yön levhaları her ne kadar cazip görünse de biz dümdüz devam ediyoruz.
Çok ilginç ve bir o kadar da sevdiğim bir adı olan “Gücükdibi”nden geçiyoruz. Köy oldukça hareketli yazlıkçılardan bazıları gelmiş, diğerleri zaten köyde yaşayanlar, fideleri dikip, fındıklıkları düzenliyorlar, iş çok, herkes çalışıyor. Yol kenarında mor renkli orman güllerinin “avu” çiçeklerinin üstünde arılar görüyorum. Deli bal için onlar da delice çalışıyorlar.
Dördül köy yol ayrımını görünce bir an şelaleye döneyim mi diyorum ama zaman yok. Burası iki ilçe arasındaki sınır, Şenpazar’ın son köyü sefer, Cide’nin ilk köyü Gökçeören…
Artık Cide’deyiz. Ağaçbükü’ (Songet) den geçerken merhum değirmenci Şaban emmime ve Pala muhtarımın kardeşi İrfan yıldırımın ruhuna bir Fatiha okuyorum.
Toygarlı’dan sonra denizi görüyoruz. Çayyaka (güble) yalı hemen yolun aşağısında. Ömer abimin yanına gitsem şimdi balık var mıdır? Selami Gülnar kayığı eylül ‘e binip balığa çıkıyor mudur? Diye kafamda sorular geziyor.
Yollar bizi bekler.
Yol ayrımındayız. Bir taraf Cide’ye bir taraf Doğanyurt’a gidiyor.
Bizim hedefimiz inebolu’ya kadar bu yoldan gitmek.
Yoldayız ama nasıl bir yolda? Bir tarafımızda mavi deniz, bir tarafımız yeşil bir deniz, ortada simsiyah bir yılan gibi kıvrılan asfalt yol. Denize doğru bir yaklaşıp bir uzaklaşıyoruz. Ama kavuşamıyoruz hep bir mesafe oluşuyor aramızda. Yolda yalnız değiliz arada bir köylere denk geliyoruz hepsi yamaçlarda. Çoğu denizden uzakta sırtlarda kurulmuş.
Deniz kenarındayız ama denize çok uzağız.
Aklıma büyük usta Rıfat Ilgaz geliyor. Cide’ye deniz kenarına dikilen heykelinin sırtı denize dönük olmuş. Özellikle mi seçtiler bilmiyorum ama bence tam olarak uymuş. Rıfat Ilgaz Hoca bunu çok güzel anlatır hikâyelerinde, romanlarında şiirlerinde. “Ne kötülük gelmişse Cidelilerin başına denizden gelmiştir geçmişte.” Bizimkiler denizi pek sevememişler tarih boyu der.
Balıkçılık yoktur öyle ticari bir şekilde yapılan. Deniz ürünleri desen çeşit azdır.
Peki, niye böyle olmuş peki.
“Gemicinin iyisini deniz alır kendine”
Tarihine bir göz atacak olursak sahildeki yerleşim yerlerinin kaderini coğrafyası belirlemiş. Uzun yıllar boyunca sahil ilçelerimizin tek dış bağlantısı deniz olur. Kara yolunun olmadığı devirde yük ve insan taşımacılığı takalara, denk kayıklarına, küçük mavnalara kalmıştır.
Ama Karadeniz’i aşmak öyle kolay değildir. Sağlam tekneye, usta marangozlara ihtiyaç vardır. Sahildeki bol miktarda kestane ağacı vardır, Ustalar da bunlardan sağlam dayanıklı gemiler yaparlar. Bu8nları kullanan gemicilerde çok gözü kara yiğit kabiliyetlidirler. Onlar için deniz, tekne ve gemicilik hayat kaynaklarıdır.
Rıfat Ilgaz Karadeniz’in kıyıcığında romanında bu gemicilerden birini, Recebi anlatır. Teknesi batıp kıyıya vuran Recep ilk olarak gemici kâğıdını arar.
“İnebolu’dan İstanbul Eminönü’ne kadar kıyıda birçok yere uğraya uğraya yük taşırdık. Evvela havaya bağlıydı yolculuğumuz. Bazen günlerce hava bozar takılır kalırdık limanlarda. Kaçak olsa da insanlarımızı taşıdık yıllarca. Yol desen yok, hasta insan gurbetçi insan ne yapsın? Buradan giderkenyükümüz 150-200 tabut yumurta, 1 ton çekirdek, 2 ton deri, hurda bakır olurdu ve insanlarla beraber 10-12 ton yük taşırdık Eminönü Yağ İskelesine.”
“Olur, da fırtına koparsa en yakın korunaklı yer olan Gideros Koyu’na sığınılır, hava açınca Amasra’ya, Kefken’e ve Şile üzerinden İstanbul Boğazı’na ulaşırlarmış. Dönüşte yine yükle ve yine aynı sıkıntılara boyun eğilir bin bir güçlükle varılırmış Cide’ye”
Kastamonu her ne kadar Karadeniz’in en uzun sahil şeridine sahip olsa da birkaç noktası dışında denizin ona pek faydası dokunmamış.
Şehrimizin hafızası Mustafa Eski hocam bir yazısında der ki; “1965 yılında İnebolu-Abana arasında karayolu bağlantısı yoktu, ulaşım deniz motorları ile yapılırdı. Hava muhalefeti olunca Abana’da karaya çıkmak mümkün değildi. 1965 Şubatında böyle bu macerayı yaşamış biri olarak deniz yolculuğunun ne kadar tehlikeli ve zor olduğunu söyleyebilirim.”
140 yaşındaki Kerempe Feneri, gemilere hala yol gösteriyor
Çayyaka’dan başlayan yeşil mavi deniz arasındaki yolculuğumuz başımızı döndürüyor, hem virajlarıyla hem güzelliğiyle.
Mola verme zamanı geliyor.
Aslında yolumuz üstünde yazacak da anlatacak da çok şey var. Hepsini geçip Aydıncık köyünde bizi bekleyen Muhtar Sabri Tekiner’in yanında mola veriyoruz. Az aşağımızda Kerempe feneri gözüküyor. Yeni boyanmış bakır kubbesiyle kerempe feneri gündüz vakti ışıl ışıl yanıyor.
Kerempenin yaşlı fenerinin öyküsü bundan 140 yıl önce başlıyor. Fener 1885 yılında Fransızlar tarafından yapılır, denizden 82 metre yükseklikte bir tepe üzerine kurulu fenerin kule yüksekliği 8 metre. Etki alanı 20 mil (37 km).olarak belirlenir.
Aydıncık’lı Mustafa Güler’in büyük dedesine feneri inşa eden Fransızlar, sen artık buranın gardiyanısın derler. Aile o günden sonra 3 nesil boyunca fener bekçiliği yapar.
Fenere 1937 yılında sis düdük istasyonu eklenir. 1978 yılında da bütan gazla çalışır hale getirilir. 1988 yılında da elektrikli sisteme dönüşür. Günümüzde 500 W'lık elektrik lambası ile aydınlatması sağlanır.
Kerempe feneri, Rıfat Ilgaz’ın romanlarında sık sık geçse de asıl olarak Nazım’ın dizelerinde yer almasıyla adını tarihe yazar.
“Kerempe Deniz Feneri, 1885 yılında, Kastamonu’nun Cide İlçesi’nde inşa edildiğinde, Karadeniz’de yol alan nice kaptanların en önemli yol göstericisi olmaya başlamıştır. Uluslararası bir üne sahip Kerempe Feneri, Karadeniz’de turlayan gemilerdeki binlerce insanın anılarında yer tutmuş, özellikle milli mücadele yıllarında İstanbul’dan kaçırılan silahların Anadolu´ya ulaştırılmasında ve milli mücadeleye katılmak için Anadolu´ya geçen kahramanları taşıyan gemilerin, teknelerin yol göstericisi, arkadaşı olmuştur.”
Nazım, şiirinde sadece Arhavili İsmail’i değil tüm denizci kahramanları anlatır.
Arhavili İsmail Batum'dan askerî birliklere kaçak mermi ve silah taşımaktadır. Şiirde mitralyözlerle dolu bir takada seyahat eden İsmail, denizin aniden dalgalanmasıyla fırtınaya yakalanır. İsmail, kendini kurtarma fırsatı olmasına rağmen, mitralyözü birliklere teslim etmedikten sonra yaşamanın bir değerinin olmayacağını düşünür ve "ya mitralyöz ile beraber karaya çıkarım, ya da ikimiz birlikte boğulur gideriz" diye haykırır. İsmail'in başına gelenler bilinmemektedir.
Şiirin bir başka yorumunda, İsmail'in bulunduğu beş tonluk taka, İngiliz torpidosunun isabet etmesiyle alev alev yanar ve minare boyunda dalgalara karşı savaş verir. Taka, Cide'deki Kerempe Feneri'nin 20 mil açığında denize gömülür.
Nazım Hikmet kuvayi milliye destanında şöyle anlatır kahraman kayıkçıları…
…
Kerempe fenerinin yirmi mil açığında,
Gecenin karanlığında,
Dalgalar minare boyundaydılar
Ve başlayan bembeyaz parçalanıp dağılıyordu. ’
…
Arhavili İsmail
Bu ölen teknedendi.
Ve simdi
Kerempe Fenerinin açığında,
Batan teknenin kayığında
Emanetiyle tek basınadır,
Sonra, malûm olmadı insanlara
Arhavili İsmail’in akıbeti…
Nazım Hikmet Ran
…
Sisli dalgalarda görünen kayık…
Karadeniz’in kıyısında, Cide Aydıncık köyünde, 140 yıllık bir fenerin gölgesindeyim. Yüzümü denizden iyot kokulu bir rüzgâr yalıyor, saçlarımın arasından akıp gidiyor tepelere doğru.
Kerempe diyorlar böylesi taşlık burunlara.
Ama sadece taş, kayalık değildir burası,
Arhavili ismail’in kayığının ebedi yurdudur.
Kim bilir belki fırtınalı günlerde minare boyu dalgalarda bu fenerin ışığını arayan bir kayık vardır.
20 mil ötelerde, emaneti yerine götürmeye kararlı bir İsmail gezer bu karanlık sularda.
…
25 Mayıs 2025- Kastamonu-Cide