Âşık Veysel anlatıyor; “Güneşin ışıklarını tutmaya çalışırdım. Babam ‘Avuçla oğlum, bana getir.’ derdi. Ben de oynaya zıplaya avuçlayıp babama getirirdim. Avucumu açıp verecek bir şey bulamayınca hayret ederdim…”
Bazı öyküler vardır, gerçek olmadığını bilirsin ama yine de inanmak istersin.
O kadar güzeldir ki, “varsın yaşanmamış olsun” dersin; yeter ki insan kalbine dokunsun.
Ludwig van Beethoven’ın Ay Işığı Sonatı da işte öyle bir hikâyedir.
“Bir gün Beethoven, bir dostuyla birlikte Viyana sokaklarında yürürken bir evden piyano sesi duyar. Ses öylesine içli, öylesine berraktır ki besteci durur, başını kaldırır. Pencere açıktır, müzik yukarıdan gelir. Dayanamaz, arkadaşıyla birlikte o eve çıkar. Kapıyı açan kadın şaşkınlıkla onu tanır. Beethoven, “Kızınız çok güzel çalıyor, onunla tanışabilir miyim?” der.
Odaya girerler. Piyanonun başındaki genç kız heyecanla ayağa kalkar. Fakat kız kördür.
Beethoven bunu öğrenince bir an susar. Sonra yumuşak bir sesle,
“Benden bir isteğiniz var mı?” diye sorar.
Kız gülümser:
“Ben hiç ay ışığı görmedim, bana ay ışığını anlatır mısınız?”
Ve Beethoven, o anda piyanoya oturur, gözlerini kapatır, parmaklarıyla ışığı çalar.
Böyle doğar Ay Işığı Sonatı.”
Peki, bu hikâyeyi Kastamonu’ya taşısaydık,
Beethoven yerine bizim Balıkçı Şef olsaydı
ve bir gün biri ona,
“Ben hiç sonbahar görmedim, bana sonbaharı ve sonbaharın renklerini anlatır mısın?”
Deseydi…
O nasıl anlatırdı acaba?
Balıkçı şefin sonbahar tarifi
Elini elime alır ısıtırdım, Tıpkı Rıfat Ilgaz’ın o son şiirinde dediği gibi,
"Elim eline değsin, ısıtayım üşüdüyse,
Boşa gitmesin son sıcaklığım" derdim ve bu sıcaklığın adı sonbahardır. Ne zaman böyle bir sıcaklık duyar, hissedersen bil ki sonbahar mevsimindesin. Yumuşak bir tüy gibidir, yüzünde dolaşır, saçlarının arasında gezinir, tutamazsın ama bilirsin ki oradadır. Hissedersin. Bazen görmek gerekmez bilmek yeterlidir diye tarif ederdim.
Renkler nasıl anlatılabilir ki?
Maviyi anlatırken ilk önce sımsıkı sarılırdım ona, Bu baba kucağının gökyüzünün, denizin, suyun rengidir adına mavi deriz bizler derdim. Bazen çok korkarsın ya, hani başın dara düşer, umutsuzluğa düşersin. Birden bir şey olur, aydınlığa kavuşursun, düştüğün kuyudan sana bir el uzanır ya işe onun, ”güvenin” rengidir mavi.
Anne rengidir kırmızı, anne gibi sevdiğin ne varsa onun rengidir kırmızı. Damarlarında gezinen yaşamın, sımsıcak hayat sıvısının, olmazsa olmazdım dediğin ne varsa onun renginin adıdır.
İçini ısıtan bir hasta çorbası, yatarken alnına kondurulan iyi geceler öpücüğü, kapıdan içeri giren şefkatin rüzgârı, adını andığında titreyen sesin rengidir kırmızı.
Zordur sarıyı anlatmak, dışarıya çıkıp başını yukarı kaldırdığında yüzünü bir sıcaklık kaplar ya işte onun rengidir sarı. Bir yudum mutluluk koparıp uzatırsan sevdiğine onun rengidir sarı. Sevgi dolu bir yürektir, güneş gibi içini sımsıcak ısıtan ne varsa sarıdır.
En zoru kahverengini anlatmaktır. Kahveyi bilmeyen rengini ne bilsin ki?
Ağaçların altında otur yapraklarla konuş, toprağa dokun. Avucundaki yaprakları hisset sağlam diri yapraklar kahverengi değildir, bırak onları. Elinde değdiğin anda narin, kırılgan, kuru olanlar olacaktır işte onların rengi kahverengidir. Toprağa dokun, kokla hisset. Bilirsin seni ve tüm dünyayı üzerinde taşır çok sağlamdır. Fakat ne zaman yağmur yağsa, yumuşar dağılır, İşte o toprak kahverengidir. Sen de toprak gibi olduğunu zannedersin sağlam ve güçlüsündür ama bil ki seni yumuşatmaya da bir damla gözyaşı yeterlidir.
Renkler doğuştan görme yetisini kaybetmiş birine asla kelimelerle anlatılmaz, ya da ben öyle biliyorum.
Bunu gözleri gören biri olarak ben böyle anlatmaya çalıştım. Peki, görme engelli biri kendi dünyasını o görmediği âlemi, hiç bilmediği renkleri nasıl anlatmışlar.
Âşık Veysel’in gözünden renkler…
Gözleri görmeyip gönül gözü açık olan dünyaca ünlü bir ozanımız var Âşık Veysel. Gelin onun öyküsünü kendi dilinden dinleyelim.
“Âşık Veysel Şatıroğlu, 1894 yılında Sivas Vilayetinin Şarkışla ilçesine bağlı Sivrialan köyünde dünyaya geldi. Veysel’in iki kız kardeşi, yörede yaygınlaşan çiçek hastalığına yakalanarak yaşamlarını yitirdi. Ardından Veysel de yedi yaşında aynı hastalıktan dolayı iki gözünü de kaybetti.”
Kendi anlatımına göre: “Çiçeğe yatmadan evvel anam güzel bir entari dikmişti. Onu giyerek beni çok seven Muhsine kadına göstermeye gitmiştim. Beni sevdi. O gün çamurlu bir gündü, eve dönerken ayağım kayarak düştüm. Bir daha kalkamadım. Çiçeğe yakalanmıştım… Çiçek zorlu geldi. Sol gözüme çiçek beni (beyi) çıktı. Sağ gözüme de solun zorundan olacak, perde indi. O gün bu gündür dünya başıma zindan”
“Güneşin ışıklarını tutmaya çalışırdım. Babam ‘Avuçla oğlum, bana getir.’ derdi. Ben de oynaya zıplaya avuçlayıp babama getirirdim. Avucumu açıp verecek bir şey bulamayınca hayret ederdim…”
Aşık Veysel, gönül gözüyle gördüğünü anlatır bize, sevdiği gül yüzlüdür, dağları ise mor menevşe, renklerin senfonisini yazmıştır adeta.
“Yeni mektup aldım gül yüzlü yârdan
Gözletme yolları gel diye yazmış
Sivr’alan Köyü’nden bizim diyardan
Dağlar mor menevşe gül diye yazmış.”
…
Âşık Veysel Kastamonu’da…
1940 yıllarında Âşık Veysel’in yolu Kastamonu’ya düşer. Gölköy’de bulunan Köy Enstitüsünde saz dersleri verir.
Veysel; kırık dökük araçlarla günler süren yolculuğunda adını duyduğu kendisini görmediği ama kokusunu unutamadığı dağın gurbetin adını” Ilgaz” bilir. Kimine vatan, kimine gurbettir Ilgaz.
Gölköy’de saz dersi verdiği çocuklara sorar.
—Ilgaz görünüyor mu? Bulutlu mu?
—Görünüyor âşık hem de pırıl pırıl.
—Karı erimiş mi?
—Duruyor âşık o kar kalkmaz yaz başına kadar deyince.
Alır sazı eline vurur dertli dertli teline.
…
Gelen yok giden yok uzadı ara,
Ilgaz Dağı yol vermiyor geçilmez.
Bir sonbahar daha geçti ömürden
Kastamonu’da çay boyunda bir bankta oturmuşum, gözlerim kapalı.
Sonbaharı dinliyorum.
Beethoven’ın Ay Işığı Sonatı sesi geliyor uzaklardan, Ilgaz’ın üzerinden, Yaralı göze doğru.
Kulağımda melodiler uçuşuyor sonbahar yaprakları gibi.
Âşık Veysel’in sazının sesi, piyanonun, kemanın anlattığı ay ışığı senfonisine karışıyor.
Müziğin evrensel notaları kendi diliyle sonbaharı, renkleri, hasreti, sevdayı anlatıyor.
Kapatıyorum gözlerimi, kahverenginin bin bir tonu, sarı rengin içinde eriyor kayboluyor. Kırmızıya çalan yapraklar çoktan dere üstünde son yolculuklarına Gökırmağa doğru çıkıyorlar.
Ve bir sonbahar daha akıp gidiyor şehrin içinden.
Bir pastoral senfoni, bir Âşık Veysel türküsünü alıp götürüyor Karadeniz’e doğru.
…
Cebrail Keleş-Balıkçı Şef
08 Kasım 2025-Kastamonu



