Millet egemenliğinin karşısına vesayet koymakta Türk devlet bürokrasisinin üstüne yoktur, kendini devletin ve egemenliğin yegane sahibi olarak gören bu haletiruhiyenin kökü elbette epey evvele gidiyor, dünün meselesi değil…
Kurşunu bitene kadar millet egemenliği ile savaşmaktan geri durmayan bir zihniyet bu.
Bürokrasinin silahlı kısmının (ordu) kendini devletin/rejimin/iktidarın “koruyucusu olarak görmesi” (Pretoryanizm) hadi bir nebze anlaşılabilir…
Ancak ülkemizdeki vesayet/darbe sorunu “sahip” olarak görmekten kaynaklandı daim.
Osmanlı’da yeniçeri desteği ile tahta çıkan padişahlardan…
Yeniçeri zoru ile tahttan inen padişahlara.
Cumhuriyet ilanının ardından ordu (bürokrasi) ile uzlaşabildiği oranda hükümetlerin kafası rahat oldu…
Ordu, perde ardındaki gücünü zinde tutmak için daim tetikte oldu, NATO’lu yıllar ile birlikte bakiye çok daha farklı istikamete devrolundu.
Öylesine vahim bir özgün paradokstur ki, en üzücü olan belki de 27 Mayıs 1960 askeri darbesinin “ilerici” bir müdahale olarak görülmesidir bir kısım Türk demokrat çevreleri tarafından, siz bari saf tutmayaydınız iştimada...
Ki, söz konusu askeri darbenin ardında ABD olduğu görmezden gelinerek, emperyalizmin kapalı müdahalesine onay verdi/veriyor kimi Türk sol çevreleri.
(2007 yılında Türkiye’nin yeni cumhurbaşkanı seçilecekti TBMM’de…
Görünen köy seçilecek cumhurbaşkanının iktidar partisi içinden çıkacağı üzerineydi.
Fena gergindi ülke…
“Cumhuriyet Mitingleri” meydanları doldurdu.
Genelkurmay Başkanlığı 12 Nisan’da düzenlediği toplantıda Türk Silahlı Kuvvetleri’nin istediği cumhurbaşkanı adayının özelliklerini bir bir dikta etti…
“Atatürkçülüğe, laikliğe ve cumhuriyetin temel ilkelerine sözde değil, özde bağlı” bir cumhurbaşkanı adayı.
“Kelime Atatürkçülüğü” idi ordu metninin ruhu...
“Fikri Atatürkçülük” çoktan buhar olmuştu ordu bürokrasisinde nitekim.
Millet egemenliğinin temsilcisi hükümetin cumhurbaşkanlığı seçim sürecindeki azim ve kararlılığını idrak eden askeri bürokrasi çareyi demokrasi dışında aradı...
Demokrasi sayfamızı kirleten “27 Nisan Bildirisi” ya da iletişimsel dille “E-muhtıra”.
Muz cumhuriyeti mi Türkiye!...
İlk uykudan kalkanın darbe yaptığı kabile toplumu mu?
Genelkurmay Başkanlığı web sayfasında gece yarısı yayımlandı muhtıra...
Hükümet zerre geri adım atmadı.)
(Muhtıra metni 29 Ağustos 2011’e kadar Genelkurmay Başkanlığı sitesinde kaldı…
Nasıl bir umutsa!)
(Günümüzde demokrasi havalisi kesilmiş sol yelpazedeki siyasilerin, bilim insanlarının, gazetecilerin 27 Nisan Bildirisi’ne karşı verdikleri tepkilere arşivden yeniden baktım…
“Hepsi oradaydı”.
Ordunun darbe muhtırasına nasıl ama nasıl bir destek Kelime Atatürkçüleri’nden…
Nasıl bir “şak-şak”.
Madem ordu (bürokrasi) toplumsal hayatın belirleyicisi ve devletin sahibi layüsel bir makam ise...
Seçimlere ne gerek var?
23 Nisan 1920…
29 Ekim 1923.
Allah’vere Türk demokrasisinin onurunu kurtaran siviller de vardı o tarihte…
500 yurttaş yayımladıkları “Yurttaş Bildirisi” ile ordunun e-muhtırasına karşı olduklarını açıkladı.
67 gazeteci ve yazar, 48’i profesör olmak üzere toplam 132 akademisyen, 35 hukukçu, sanatçı ve çeşitli meslek dallarından 500 yurttaş karşı bildiriye imza koydu...
Demokratlık buydu işte.
Ne dedi 500 sivil aydın…
“27 Nisan 2007 gecesi yayımlanan Genelkurmay Başkanlığı muhtırası, zaten kısıtlı olan demokrasimizi çok ağır yaraladı. Askeri bürokrasinin siyasi alana müdahale etmesi, siyasetin silahların gölgesinde yürümesinin doğal karşılanması, siyasal yaşamın asker vesayeti altında olması kabul edilemez. Genelkurmay Başkanlığı'nın muhtırası demokrasiye yönelik açık bir tehdit ve yasalara göre suçtur. Biz aşağıda imzası bulunan yurttaşlar, bu muhtırayı açıkça reddediyoruz.
Silah gölgesinde siyaset olmaz: Bugün siyasal, ekonomik, sosyal alanda yaşadığımız kriz, cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesiyle de aşılamayacak derinliktedir. Cumhurbaşkanı seçiminde oy veren seçmenlerin yarıya yakınının siyasi tercihlerinin mevcut seçim yasaları ile parlamentoya yansımayacağı bir sistemde kriz devam edecek, yeni bir genel seçim de krizi çözmeyecek ve sadece kısa bir süre için erteleyecektir.
Seçim krizi çözmez: 12 Eylül rejimi bütünüyle tıkanmıştır. Bugün yaşanan sorunların temelinde, 12 Eylül darbesinin ürünü olan 1982 Anayasası ve bu Anayasa'nın kurguladığı rejim vardır. Türkiye, içinde bulunduğu bunalımdan kalıcı biçimde çıkmak istiyorsa, bir an önce bu Anayasa'dan kurtulmalıdır. Ülkemiz, özgürlükçü, çoğulcu, barışçı, demokratik, laik anlayış ortak paydasında, hukukun uluslararası ilkeleri ve değerleri ile örülmüş yeni bir anayasaya kavuşmadıkça, keza seçim barajları kaldırılarak toplumun bütün kesimlerinin siyasal temsiline olanak tanıyan bir seçim yasası benimsenmedikçe, sürekli kriz üreten bu yapıyı ve krizden beslenen odakları etkisiz kılmak mümkün değildir.
Seçim barajı kaldırılmalı: Oysa son günlerde yaşananlar, olması gerekenin tam aksine, 'vesayet demokrasisi'nin açık darbeye dönüştürülmesi için bahaneler arandığını gösteriyor. Bizler, laik cumhuriyetin, muhtıralara yaslanarak değil ancak daha fazla demokrasi içinde yaşatılacağına inanıyoruz.
Ne mutlu Türk'üm demeyenler düşmandır diyebilenlere yanıtımız açıktır: Bizler bu ülkenin sorumlu, duyarlı yurttaşlarıyız ve yaratılan bu ortamda asla mutlu değiliz. Özgür, demokratik, laik Türkiye'yi korumaya kararlı yurttaşlar olarak demokrasiyi yok etmeye yönelen her türlü müdahaleye karşı direnme hakkına sahip olduğumuzu açıkça belirtiyoruz.”
Görüldüğü üzere ne ordunun ne de o günkü hükümetin yanında duran tastamam bir demokrasi metni...
Somut koşulların somut izahı.)
(Günümüzde muhalefetin kördüğümü tam da bu işte…
Bir tarafta demokrat görünümlü vesayet heveslileri muhalefet alanının adeta yekun yüzölçümünü kaplamış durumda, diğer yanda tıpkı 27 Nisan’a karşı çıkanlar gibi yine sahici demokrat muhalifler var ancak ne sesleri duyur(t)uluyor ne de kendilerine yer bulabiliyorlar toz duman içinde.
Vesayet sevdalılarından ne demokrat olur ne muhalif...
"Milli egemenlik" kavramına tahammülleri zinhar yoktur.)