Bu hafta yazımızda kamunun ekonomideki payının büyüme eğilimini ve belediyelerdeki borçlanmaları konuşacağız ama öncelikle Siyonist markalara boykot uygulamasını hatırlatalım. Marketlerden alışveriş yaparken markanın Siyonizm ile bağını, İsrail’in uyguladığı soykırıma destek verip vermediğini araştıralım.

Belediyelerin borçsuz olma ihtimali yok denecek kadar azdır, yani her belediye borçludur ve zaman içinde borçları sürekli artar. Bu işin doğasıdır. Sadece belediye de değil tüm kamu harcamaları için geçerlidir. Şimdi “böyle şey olur mu hocam?” diyeceksiniz. Olur, işin doğası budur. Kamunun harcamalarının artışı da benzer bir şekilde açıklanabilir.

Şimdi belediyelerin neden borçlu olduğunu açıklayalım. Birincisi; belediyelerin amacı kar elde etmek değildir. Yani klasik firma gibi davranmazlar. Belediyelerin amacı tekrar seçimi kazanmaktır. Seçimi kazanmanın yolu da metro, yol, tünel, altyapı, park vb yapmaktır. Eğer belediye bunları yaparak halkı çalıştığına ikna ederse seçimi kazanacaktır. Bazen başka faktörler (genel ekonomik durum, uluslararası ilişkiler vb) belediye seçimlerinde rol oynayabilir, örneğin son belediye seçimlerinde genel ekonomik durum önemli rol oynadı. Ama belediyenin yaptığı yatırımlar seçimlerde halkın tercihlerini belirleyen önemli faktörlerdendir. Belediyelere merkezden bir kaynak gelir ama belediye başkanları tekrar seçimi kazanmak için bu kaynaklarla yetinmek istemezler. Merkezden gelen parayla bir park yapabilecektir, ama halk iki tane park istemektedir. Seçimi kazanmak isteyen başkan ne yapar? Borç alarak ikinci parkı da inşa eder. Kamu tercihi teorisine göre toplumda politikacılar, seçmenler ve bürokratlar olmak üzere üç kesim vardır. Politikacılar seçilmek, seçimi kazanmak ister. Bürokratlar devletin büyümesini, daha fazla kişiyi yönetmek, lojman, makam otomobili vs ister. Seçmenler de baskı grubu oluşturup kendilerine özel düzenleme, kanun ister. Bu süreç de kamu harcamalarının ve tabi belediye harcamalarının artmasıyla sonuçlanır.

İkincisi; toplum statik değildir. Devamlı değişir. Ekonomik büyüme sağlandıkça toplumun devletten beklentileri de artar. Bunu Wagner isimli bir iktisatçı da dile getirmiştir. Bunu açıklayalım. 2000 yılında 65 milyon nüfusu olan Türkiye’de sadece 4 milyon otomobil vardı. Dolayısıyla trafik sıkışıklığı, otopark sorunu yoktu ve kimsenin de belediyeden otopark ve yol yapımı diye bir isteği yoktu. Günümüzde 85 milyon nüfus ve 16 milyon otomobil var. Çoğu yerlerde trafik sıkışıyor. Halk arabasını park edecek yer bulamıyor. Dolayısıyla halk yol, otopark ve metro yapımını istiyor. Bir başka örnek; kadınların işgücüne katılım oranı %37’lere yükseldi. Oysa 2000’lerin başında bu oran %14 idi. Dolayısıyla halk da devletten kreş yapımını istiyor. Ülkede ekonomi geliştikçe, refah düzeyi yükseldikçe eğitim, sağlık, kültür gibi hizmetlere talep artıyor. Milli gelir artarken kamu mallarına talep daha hızlı artar. İktisat kitaplarında bu Wagner yasası olarak anlatılır. Belediyeler veya merkezi yönetim bu talepleri karşılamazsa ne olur? Bir sonraki seçimde dezavantajlı duruma düşerler.

Üçüncüsü; Peacock ve Wiseman denen iki iktisatçı tarafından ortaya atılmıştır. Zaman zaman doğal afetler, savaş, pandemi gibi olaylar olur. Bu dönemlerde devletin harcamaları artar. Bu süreç bittiğinde kamu harcamaları düşer ama eski seviyesine yani başlangıçtaki seviyeye inmez. Örneğin; Covid19 dönemi sonra da yakınlarımızda Rusya-Ukrayna savaşı, İsrail’in terör eylemlerini ve Maraş depremini yaşadık. Covid19 döneminde Türkiye dahil pek çok ülke yeni hastanelerin inşaatine başladı. Kamu harcamaları arttı. Hastane inşaati bitince inşaat maliyetleri biter ama yeni maliyetler ortaya çıkar. Hastanede yeni doktor, hemşire, ebeler çalışacaktır ve maaşları ödenir. Sürekli yeni tıbbi cihazlar alınması gerekir. Yani inşaat bitince maliyetler bir miktar düşer ama eski haline gelmez. Ayrıca afet, deprem vb zamanında yapılan harcamalar toplumda alışkanlık yapar ve halk bunun sürekli olmasını ister, iktisatçılar buna da Rachet etkisi der.

Dördüncüsü; Türkiye gelişmekte olan bir ülkedir. Gelişmiş ülkeler altyapılarını tamamlamıştır. Ama Türkiye henüz altyapısını tamamlamamıştır. Türkiye’de otoyol uzunluğu, Hollanda otoyol uzunluğunu sadece birkaç yıl önce geçti. Türkiye’nin yüzölçümü Hollanda’nın 19 katı. Üstelik Türkiye; Avrupa-Asya, Ortadoğu-Avrupa trafiklerinin kesişim noktasındadır. Ama Türkiye ile Hollanda otoyol uzunlukları hemen hemen aynı. Portekiz’in 9 katı yüzölçümümüz var ama Portekiz’de otoyol uzunlukları Türkiye’den daha fazla. Yolun az olursa fabrikaların girdi temin ederken ve mallarını pazara ulaştırırken zorluk yaşar. İhracat yapmakta zorlanırsın. Maraş depreminde gördük ki bina stoğumuzda depreme dayanıklı değil. 1999 öncesi yapıların %99’u sıkıntılı. Büyükşehirlerimizde metro altyapısı, son 20 yıldaki yatırımlara rağmen Avrupa şehirlerindekinden geride. Yani Türkiye’nin altyapı için çok daha fazla yatırım yapması gerekli. Bu nedenle de kamu harcamalarını düşürmek kolay değil.

Son olarak bazı ülkelerde kamu borçlarının milli gelire oranını veren bir tablo paylaşalım.

Ülke

Borç/ GSYİH oranı

Japonya

%261

Yunanistan

%177

İtalya

%144

ABD

%121

İspanya

%112

Fransa

%111

Kanada

%106

Birleşik Krallık (İngiltere)

%102

Almanya

%67

Türkiye

%31

Kaynak: https://www.imf.org/external/datamapper/GG_DEBT_GDP@GDD/CAN/FRA/DEU/ITA/JPN/GBR/USA

Gördüğünüz gibi gelişmiş ülkelerin kamu borcu bayağı fazla. Çoğunda %100’ün üzerinde. Elbette kamu borcu / milli gelir oranının %100’ün üzerinde olması yani bir senelik gelirinden fazla borcun olması iyi bir şey değil. Batı ekonomilerinin zayıf tarafı kamu borç oranlarının çok yüksek olması. Türkiye’de kamu borcu gördüğünüz gibi çok yüksek değil. Sonuç olarak demokratik bir sistemde kamu harcamalarının (belediye harcamaları dahil) artması ve bunun finansmanı için kamu borçlarının artması sürpriz değil. İlerideki haftalarda borçların iyi olup olmadığını da yazacağım. Belki ezber bozacak ama borç her zaman kötü olmayabilir.

Prof. Dr. Serkan DİLEK

Kastamonu Üniversitesi