“Şeyh Şaban’ı Veli ve Kastamonu Evliyaları’nı Anma Haftası” bugün başlıyor, ezeli ve ebedi inanç düşünürlerimizin cümlesine rahmet, tasımızın aldığı kadar irfan nasibimiz olsun...
Batıni olabildiğimiz kadar hür’üz. Zahiri dünyaya kanmadığımız kadar gerçeğiz... Ve ebedi olabilmeye namzediz. Hafızam 2016 yılına götürdü... 3’üncü Uluslararası Şeyh Şaban’ı Veli Sempozyumu’na sunduğum bildirimi hatırladım. Üzerinden 9 sene geçti... Benim kafa hala aynı kafa.
“Şeyh Şaban’ı Veli ve Zühd” başlıklı bildirimi vakit vakit yine okuyorum ve vicdani/akli akümü şarj ediyorum... İnsan kendi yazdığından akıl alır mı; alır. Bildirime sempozyum kitabından ya da linkten ulaşılabilir:
https://isamveri.org/pdfdrg/D260153/2016/2016_AFACANM.pdf
Bildirimin “Vadiler boyu yürümek” bölümünü paylaşıyorum aşağıda...
Bitmeyen yolların yolcusu olabilmeye niyet ve sabır etmekte tüm mesele.
“Yürüme” sembolizminde yaşamın olması gereken form saklı... Dinamik daim, yeni içinde yine’yi sürdüren baki, akıl ve hikmeti zihin çıkınında azık eyleyen yolcu.
“Ömür, zahir ve batın vadilerin birbiri ardına sıralandığı, içinde bin bir engelin set kurduğu dar dehlizlerden ve kilitleri ancak nefisten fedayla açılan kapılardan vadiler arası geçişlerin sağlandığı bir yolculuk olsa gerek. Tüm hüner sırlı bilgileri araya bula, kapıları aç-a kapaya son vadinin kapısından içeri doğuştaki gibi berrak bir zihin ve yumuşacık bir kalple girebilmekte.
Zahiri dünyanın her ne kadar elle tutulsa, gözler görülse, kulakla duyulsa, lezzeti tadılsa da gelip geçici olması yönüyle aslında hayalden öte bir anlam taşımayan zevkine, neşesine, mal mülküne heveslenmeden, ruhu eğiten estetik değerler haricindeki dünya yüklerine hamallık etmeden fani ömürdeki yolculuğu tamamlamak pek meşakkatlidir muhakkak. Geçimi adil kazançla sürdürmek, her türlü kötülükten uzak durmak, kalbi tümden iyilik ve şefkatle doldurmak, aklı ve vicdanı kullanarak taassup ve boş inançtan uzaklaşmak, makam ve mevki hırsıdan kurtularak son vadiye varabilmek ne mutlu. Bitip tükenmez dünyevi hırs ile düşüncesini bulandıran ve kalbini katılaştıran dünya müptelalarının ezelden beri çokluğu yanı sıra; adil ve emekle ulaştığı mevkiini iyi, güzel ve doğru yönde kullanan, insanla birlikte tüm evreni sevgiyle kucaklayan, layıkıyla taşiyan ve zamanı geldiğinde hak edene teslim eden insanlar da var hiç kuşkusuz.
Mevlana Celalettin’i Rumi dünyevi yükü kalplerinden indirenleri ‘Sanma ki yol alanlar yok / izleri belirmeyen olgun kişiler yok / Sen sırra mahrem değilsin de / Sanıyorsun ki başka çeşit erler yok’ dizelerinde pek güzel izah etmiştir. Yok değil var, tüm mesele sırra erebilmekte.
Bütün yasaların temelini oluşturan insan sevgisi kalbe yerleştikçe, ruhi olgunluğa erişimde mesafe alınır. İnsan zenginlik, mevki ve kudretin aldatıcı parlaklığını nefsinin aynasından kurtarıp toplumun iyiliğine yansıtmayı sürdürdükçe ahlak ve erdem ırmağından olan nasibini artırır. Yüzüne tutulan aynaya başı dik ve hikmetle bakmaya başlayan insan, Muhyiddin İbn’i Arabi’nin bilen ile bilinenin birliğini simgeleyen meşhur ayna sembolizmasında ifade ettiği üzere, hem bilen özne olur bu sayede hem de bilgisinin nesnesi.
Nefsinden kurtulmak isteyen insanın ömrü, birbiri ardına çıktığı ve bitirdiği yolculukların müdavimi olmakla geçer. Görünen dünyanın sultası altındaki nefsin, vurulan her çekiç darbesiyle pürüzleri biraz daha kopar gider. Samimiyet, dürüstlük, adaletten ayrılmamak, peşin hükümlerle hareket etmemek gibi değerlerin zımparasından geçerek parlayan kusursuz sütun, göz alıcı güzelliği ile ortaya çıkar.
‘Kamil insan’ olmayı hedef edilen kişi, uğraşısının çetin evreleri olduğunu ve bu zorlu yolculuğu sabırla sürdürenlerin ancak nefislerini maddi ve manevi kirlerden arındırabileceklerini bilir şüphesiz. İnsani mertebelerde yükselmek merdivenin her geride bırakılan basamağıyla birlikte zahiri dünyanın hırslarına veda edilmesi ve her basamakta mertebesinde hak olunan bilginin alınmasıyla olur. Fazilet sahibi bir insan olmanın yanı sıra akıl ve vicdanın rehberliğinde bilimin ışığını olabildiğince iliklere çekebilmenin, yükselmesi zor bir derecede durduğunu ve belki de hiç bitmeyecek bir arayışın eseri olacağın da kabul etmek gerek şüphesiz.
Dante, İlahi Komedya üçlemesinin ‘Cehennem’ bölümünde, ‘Bildiklerini düşünsene, bir nesnenin kusurları eksildikçe aldığı tat da, duyduğu acı da artar, bilim böyle der’ tespitinde bulunur. Kamil insan işte böylesi bir eşiğin önünde durmaktadır.
Hadisi Şerif’te ‘Uykudasınız, öldüğünüzde uyanacaksınız’ şeklinde ifadesi edilen ağır bir uykunun esiridir insan. Ta ki varoluşunda mayasına katılan iman, sevgi, merhamet, şefkatin çevrelediği gizli özü sayesinde görünür dünyadaki uykusundan uyanana dek. Uyanmanın asıl değeri ise sabır ve sürekliliktedir his şüphesiz.
Uyanmak, beraberinde ‘Nereden geliyoruz, kimiz, nereye gidiyoruz’ sorularına cevap aramayı şart koşar. Antik filozof Sokrates’in ‘Kendini tanı, o zaman evreni ve başkalarını tanıyacaksın’ sözü ya da Hazreti Ali’nin ‘Zannedersin ki sen küçük bir parçasın, halbuki sen büyük bir âlem saklarsın’ ifadesi; insanın kendisini tanıma yolculuğunun, suya atılan bir tas parçasının yarattığı halkalar gibi, çok şeyi tanımaya kapı aralayacağını anlatıyor. O halde, uyanan evvela kendisine varacaktır.
Uyanmanın değeri, uyanık kalmak eylemini de beraberinde sürüklemesinden kaynaklanır çok geçmeden sönecek bir ateşten geriye kalan dumanı kim neylesin? Uyanık kalmak duyuların ötesinde sezginin, vicdanın, aklın her daim tetikte olmasını şart koşan zorlu bir uğraş kuşkusuz sürekli bir istim üstünde olma hali kısaca.