Bilgin yoksa bilginler meclisinde söze karışma,

Sonra söyleyecek söz bulamazsın.

Çağrılmadık yere sık gitme,

Sonra oturacak yer bulamazsın.”  diye öğüt veren sözleri, konakları, müzeleri, medreselerde yaşatılan el sanatları; Kastamonu’nun tarihini, kültürel değerlerini yaşar kılıyor.

Komşular her karşılaşmamızda ( oturmaya) gelmek istediklerini söylüyorlar. Gündüzler yoğun olunca, bir akşam onları davet ediyorum. Sohbet koyulaştıkça, konu kırk, elli yıl önceki Kastamonu’ya kadar uzanıyor.

Sabahat Kalyoncuoğlu anlatıyor:

Gece oturmalarımız olurdu. Televizyon da yoktu ki eskiden. Her gece birimize giderdik. Akrabalar çoktu. Bütün akrabalarla birbirine gidilir, hepsi ile görüşülürdü. Akşam gezmelerine ailecek giderdik

Sabahat Teyze derin bir iç çekişle sözlerini sürdürüyor:

Beyim sağ iken bir başka güzelliği oluyordu gezmenin. İnsanın beyi sağken gezmek sarıyor. Helvalar çekilirdi, neşeyle yenirdi. Samimiyetlik vardı, candanlık vardı eskiden. Tombala, fincan, 21, tık oynardık.”

 

Eşinden konuşarak sohbeti sürdürüyoruz. “Pilottu benim beyim” diyor, gururla. Midesinde bulantı, rahatsızlık olunca; Sabiha Gökçen’in “Pilotluğu bırak.” dediğinden söz ediyor. O zamanlar mide ilaçlarının olmadığını, “Midesi hasta, tedavisi yok”  denilmesi üzerine pilotluğu bıraktığını anlatıyor.

Eski günlerden konuşurken söz Ramazanlara geliyor ve Sabahat Teyze özellikle gerçek ihtiyacı olanların iftara davet edildiğini şöyle anlatıyor:

Ramazanda kapıya gelip, tatlı, börek toplayanlar da olurdu. Biz onları tanırdık, boş çevirmezdik. Onlar da bu aldıklarını, sahur yemeği yaparlardı.

Kastamonu’nun yerlisinin çoğunluğu esnaftı. Dükkânlardaki çıraklar da mutlaka iftara çağırılırdı.

Bir gece de çevredeki dullar davet edilirdi. Başka akşam mahallenin usluları (yaşlıları) çağırılırdı. Hiçbiri ihmal edilmezdi. Asıl fakirlere ikram yapmak lazım. Şimdi de dışarıda toplu yemek verilerek bu yapılıyor.”

Söze komşulardan Halime Esen giriyor. “Eski ramazanlarda davulcular sahurda ne güzel maniler söylerlerdi.”  Diyor ve başlıyor anımsadığı bir maniyi söylemeye:

Şekerim var ezilecek

Al tülbentten süzülecek

Çok bekletme beyefendi

Çok yerim var gezilecek.”

İkinci mani Hamide Yurt’tan geliyor:

“Ocak başında minder

Altı üstüne dönder

A benim beyefendim

Bahşişimi çabuk gönder.”

Ramazan manilerinin karşılıklı atışma gibi sürüp gitmesinin ardından sözü yine yıllar öncesi Kastamonu’daki yaşama ve geleneklere getirmek istiyorum ve soruyorum:

“Kaloriferli, asansörlü apartman yaşamı mı, yoksa eskiden yaşadığınız ahşap evler mi daha güzel? Hangisini daha çok seviyorsunuz?

Sabahat Kalyoncu; “Ahşap evlerde anne, baba, kardeşlerle eşleri, çocuklar, torunlar hep birlikte otururduk.

Apartman yaşamı farklı oluyor. Şimdi eskisi gibi samimiyetlik yok. Kastamonu’nun yerlisiyiz. Eskiden tanıdığımız için, görüştüğümüz insan çok ama yine de hiçbir şey eskisi gibi değil.

Eskiden arka arkaya üç gün gezerdik. Giyinip kuşanıp çıkar giderdik. Ne laf olurdu, ne de dargınlık vardı. Pastalar, börekler hazırlanırdı” derken söze giriyorum:

 

“Şimdi de gezmeler, günler var. Farklı mı buluyorsunuz?”

 “Şimdikiler altın günü, daha başka oluyor. O zaman altın, dolar yoktu. Yalnızca birbirimizi görmeye toplanırdık. Bazen de bir komşu haber ederdi ‘Ekşili pilav yaptım. Gelin birlikte yiyelim’ diye, öyle giderdik.

Evlerde televizyon yoktu ama müzik dinlerdik. Gramofon da her evde olmazdı, birkaç evde vardı. Sonraları radyo çıktı. Her evde radyo bulunuyordu.”

Anneannesinin; “Konuşmayın. Radyo ne güzel anlatıyor, dinleyin. Ah yavrum ah, duyduklarınızdan hisseler çıkarın, ders alın, öğrenin. Dinlediklerinizi başkalarına da anlatın” dediğini, köye gidip, tuğla ocağında gözlemeler ve külde çörek yapıldığını, bahçede komşular, eş, dost birlikte yendiğinden söz edip, anneannesini anlatmayı sürdürüyor:

Çatören köyünde elektrikler de yokken şinanay (aydınlatmada kullanılan küçük gaz lambası) yakar, eski yazılı kitapları okurdu, anneannem.  Kız çeyizi de yapardı, çok güzel çarşaf bağı bağlardı. Bir tırnak vururdu, çarşaf bağı böyle ayakta dururdu. 

Buralar hep elma bahçesiydi. Karpuz gibi elmalar olurdu. Kapının önünde fırın vardı. Bahçelerde mısırlar yetişir, tenekelerde pişirilir, hep beraber yenirdi. Şimdi her yer bina, taş yığını oldu.

 

“Başka illere gidiyor musunuz? Kastamonu’nun bu gününü nasıl buluyorsunuz?

İstanbul’u, Ankara’yı ve Bodrum’u çok seviyorum, gidiyorum da. Ama bir süre kalınca hemen Kastamonu’yu özlüyorum. Yine de burası bambaşka.

Herkesin memleketi tabii. Komşuları da çok özlüyorum. Çok şey değişse de memleketinden kopamıyor insan. Şimdi herkeste bir hayat gailesi (sıkıntı, dert) var.

Eskiden komşular toplaşınca ne güzel eğlenirdik, tombala da oynar, gülüşürdük

Odaya  “Eskiden tombala da oynardık” sözü düştüğü anda kızım, “Bizde var, hadi oynayalım” deyip bir süre önce kırtasiyeciden almış olduğu tombalayı bulup geliyor.

Sohbetin tatlılığından ve konuklarımın neşesinden olsa gerek televizyon açmaya gereksinim duymuyoruz. Bu arada yaşların 16 ile 85 arasında olmasına aldırmadan, tombala oynamayı da ihmal etmiyoruz.

Beş bin yılın anılarını biriktirmiş bu kentle ilgili söyleyecek çok söz var. Göz ucuyla bakıp geçmek, soluk soluğa gezmek haksızlık olur diye düşünüyor ve Kastamonu’nun gelenek kokan rüzgarlarını geleceğe taşımaya çalışıyorum.

“Akşam Oturmasına Konuklarım Geliyor” başlığıyla, 2005 yılında yazmış olduğum ve Kastamonu Gazetesi’nde yayınlanmış olan yazımı; Kastamonu’nun sözlü tarihini ve kültürel değerlerini yaşar kılmak amacıyla 19 yıl sonra tekrar paylaşmak istedim.

Sabahat Kalyoncuoğlu, Hayriye Ortaacar, Hamide Yurt, Halime Esen ile birlikte geleneklerine sımsıkı bağlı olup, geleceğe aydınlık yüreklerle yürüyen ve samimiyeti özlediklerini ifade eden tüm değerlerimize saygıyla…

Mi̇ne Özgür Köşe (1)-4Mi̇ne Özgür Köşe (2)-4Mi̇ne Özgür Köşe (3)-2