Muharrem ayı geldi ve insanların aklına sıkça takılan soru, kim haklıydı?

Tarihi olayları yalın ve tarafsız bir şekilde ele almakta fayda var. Çünkü taraftar olunduğunda doğru değil haklı bulunmaya çalışılır.

Ben pek tabii ki tarihçi değilim ve olayı yaptığım küçük araştırmalarla olayın sosyolojik ve kültürel bakımdan ele almaya gayret edeceğim.

Hiçbir olay öylesine gerçekleşmez ve biliyoruz ki bazı olayların gerçekleşmesinde ki etkenler ve ortaya çıkan manevi yaralanmalar dışında gerçekleşmesinden sonra ki ayrışmalar ve kolay çözülemeyecek fikri ve kalbi ayrılıkları da beraberinde getiriyor.

İslam dininin yani Müslümanlığın 4 büyük halifesi, Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali…

Öncelikle Asr-ı saadet dönemi yani Peygamber Efendimiz Hz Muhammed (s.a.v)’in dünyaya gelişi ve ölümüne kadar olan zaman tüm Müslümanların ve Müslümanlığın hakim olduğu coğrafyanın huzurlu ve mesûd yaşadığı dönemdir.

632 yılında Resulüllah (s.a.v) efendimiz fani dünyadan bakî dünyasına göç ettiğinden itibaren de halifelikler dönemi başlamıştır.

İlk halife Hz. Ebû Bekir, sonrasında Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali olmuşlardır.

Bunları hepimiz biliyoruz dediğinizi duyar gibiyim.

İslam aleminde kırılmalar, edep, haya ve güzel ahlakın kendisinde vücut bulduğu Hz. Osman’ın katli ile başlamıştır.

Ve biliyoruz ki, Hazreti Osman Efendimizin Şehîd edilmesinin sebebiyet verdiği kargaşa günümüzde hâlâ devâm etmektedir!

Hz. Osman efendimizin katlinden Kerbela’ya giden süreç:

Hz. Osman’ın (r.a) katlinden sonra,

Hz. Ali (r.a.) halifeliğini ilân etti ve Hz. Osman’ın katilini aramaya başladı. Ancak o isyancı grup içinde bizzat katilin kim olduğu tespit edilemiyordu. O zaman Şam valisi olan Hz. Muaviye adalet-i izafiyeyi savunarak “milletin selâmeti için kulun hukuku feda edilir” demiş, o isyancı grubun tamamının cezalandırılmasını istemişti. Hz. Ali de (r.a.) adalet-i mahzâyı savunarak, “Hak haktır. Ferdin hukuku hiçbir şeye feda edilemez.” demiş, o isyancıların içindeki asıl katil veya katillerin tespit edilmesi için çalışmaları sürdürmüştü. Katilin tespiti gecikince rahatsızlık had safhaya vardı. Arada İslâmiyet'in zayıflığını isteyen fitnecilerin de körüklemesiyle iki tarafın ordusu karşı karşıya geldi ve savaşın neticesi herkesçe malûm.

Hz. Ali’nin (r.a) şehit edilmesi sonrası ise Hz. Muaviye Hz. Ali’nin (r.a) oğullarına çok ikramlarda bulundu, sahip çıkıp hürmet ettiği tüm İslam kaynaklarınca sabittir.

Hz. Muaviye’nin ölümü sonrası yerine geçen oğlu Yezid döneminde ise o kanlı olay, yani Kerbela olayı gerçekleşti ki yeryüzündeki tüm Müslümanları yasa boğan olaydır.

Şimdi sizlerle İslam Ansiklopedisinden aldığımız kaynaklara göre İslam alimlerinin olaya bakışlarını paylaşacağım.

Ehl-i Sünnet ile -Ehl-i Beyt taraftarlarının ana bünyesini oluşturan- Şii mezhepler arasında Kerbela olayını değerlendirmede önemli farklılıklar olmakla birlikte Hz. Hüseyin’in katli hemen hemen bütün Müslümanları ortak bir paydada birleştirmektedir. Bununla birlikte ümmetin icma ettiği bu meselede genel yaklaşımın dışında kalan kişi ya da gruplar da olmuştur. 

*İn Teymiyye, Hz. Hüseyin’in öldürülmesi meselesinde ortaya çıkan farklı görüşlerden bahsederken, “İnsanlar, Hüseyin’in öldürülmesi meselesinde üç ayrı görüşe ayrıldılar. İki aşırı görüş ve bir orta yol.”13 diyerek Ehl-i Sünnet’in isabet ettiği kanaatini izhar etmektedir. 

a.        İbn Teymiyye’nin tasnifine göre aşırı görüşlerden biri Şia’ya aittir. Onlara göre Hz. Hüseyin, “itaati vacip olan, kendisi olmaksızın imana taalluk eden işlerin yapılması mümkün olmayan imamdır. Onun tayin etmediği kimsenin arkasında cemaat namazı ile cuma namazı kılınmaz. Onun izni olmaksızın düşmanla cihad edilmez.”14 

b.        Diğer taraftaki aşırı görüş sahiplerine göre Hüseyin, haklı yere öldürüldü. O, Müslümanların birliğini parçalamak ve cemaate ayrılık sokmak istedi. Hz. Peygamber (s.a.v), “cemaatinizi bölmek isteyen biri gelirse onu öldürünüz15 buyurmaktadır. Hüseyin, ortaya çıktığında Müslümanların yönetimi bir adamın elindeydi. O, Müslümanların birliğine ayrılık sokmak istedi. Bunların bazıları “Hüseyin, velayet-i emre karşı isyan eden ilk kişidir.” derler.16

Büyük İslâm âlimi İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurdu ki: “Babam çok âlim idi. Her zaman Ehl-i Beyti sevmeyi tavsiye ve teşvik buyururdu. Bu sevgi insanın son nefeste imanla gitmesine çok yardım eder, derdi. Vefât edeceklerinde baş ucunda idim. Son anlarında şuurları azaldığında kendilerine bu nasîhatleri hatırlattım ve o sevginin nasıl tesir ettiğini sordum. O hâldeyken bile:“Ehl-i Beytin sevgisinin deryasında yüzüyorum’’ buyurdular. 

Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri, “Yezid ve Velid meşru halife idi” buyurmuştur. Hal böyle olunca, Yezid’in ve Babası Hz. Muaviye’nin Müslüman olmadığını hangi dil söyleyebilir? Burada Yezid’in yaptıklarını savunacak halimiz yok; zaten hiçbir Müslüman bu yapmaz. Onu sevmez, fakat sevmemek ayrı, küfürle itham etmek ayrı. Maksadımız onu temize çıkartmak değil dinimizin yani, Resulullahın “birinci emaneti” olan Kur’an-ı kerimin ölçüsünü bildirmektir.

İmam Gazzâlî, “Hüseyin’in katiline Allah lanet etsin ya da Allah öldürülmesini emredene lanet etsin.” denmesinin caiz olup olmadığı sorusuna verdiği cevapta lanet okuma hususundaki hassasiyetine uygun bir yaklaşım ortaya koymaktadır: “Doğru olanı, ‘Hüseyin’in katili tövbe etmeden öldüyse Allah ona lanet etsin.’ demektir. Eğer söz tövbeyle kayıtlanmayıp mutlak olarak söylenirse bu, sakıncalı olur; oysa susmakta sakınca yoktur. Hatta susmak daha iyidir.”41 

Taftâzânî, “Kerbela olayı hakkında şunları söyler: “Geçmişte yaşayan müctehidlerden ve salih âlimlerden Muaviye ve yardımcılarına lanetin caiz olduğuna dair nakilde bulunulmamıştır. Zira onların hedefi isyan etmek ve imama karşı ayaklanmaktı. Bu da onlara lanet etmeyi gerektirmez. Âlimler, Yezid b. Muaviye hakkında ise ihtilafa düştüler.

İbn Haldûn; O, Hz. Hüseyin’in Yezid’e karşı ayaklanmasının haklı gerekçeleri olduğunu şu sözleriyle savunur: “Hz. Hüseyin’in (r.a) durumuna gelince, Yezid’in fasıklığı herkes tarafından anlaşılıp ortaya çıkınca, Kûfe’deki Ehl-i Beyt taraftarları Hz. Hüseyin’e (r.a) haber göndererek Kûfe’ye gelmesini, Yezid’e karşı ona destek vereceklerini söylediler. Hz. Hüseyin (r.a) de, fasıklığından dolayıözellikle güç yetirebilecek biri için Yezid’e isyan edilmesi gerektiğini düşündü. Kişisel ehliyeti ve toplumsal gücü ile buna güç yetirebileceğini zannetti. Kişisel ehliyeti konusundaki zannı doğruydu; ancak toplumsal gücü konusunda hata etmişti. Bu hususta Allah Teâlâ onu bağışlasın.”

Son olarak ihtiyatlı görüşe sahip âlimlerden biri olup ülkemizde Diyanet işleri Başkanlığı da yapmış olan Ömer Nasuhi Bilmen’in (1971) yazdıklarını nakledelim: “Hz. Hüseyin’in şahadeti, islâm âlemini ilelebet büyük bir hüzün ve teessür içinde bırakmıştır. Fakat bu hâdiseyi duygusallığa kapılmadan değerlendirmek gerekir. Denilebilir ki, Yezid Şam’da İslâm hükümetinin başkanlığını işgal etmişti, haklı olsun olmasın hiç bir hükümdar, kendi aleyhine bir kuvvetin oluşmasını hoş görmez. Aksi takdirde mevkiini hasımlarına terk etmesi lazım gelir. Sonra Yezid, babasıyla İmam Ali arasındaki düşmanlık neticesinde Müslümanların büyük zararlara uğramış olduklarını görmüştü. Artık yeniden böyle bir fitnenin, felâketin ortaya çıkmasına meydan verilmesi, doğru görülemezdi. Beri taraftan ise Kûfeliler, 0am hükümetine karşı durmak için hazırlıklarda bulunmak istiyor, başlarında da amaçlarını desteklemek için Hz. Hüseyin’i bulundurmak arzusunu gösteriyorlardı. Hâlbuki Medine’deki zatlar, bilhassa ibn Abbas, içtenlikle tavsiyelerde bulunarak ‘Sakın Kûfelilerin davetine icabet etme, onlar sözlerinde durmazlar, yeri geldiğinde seni savunmaya koşmazlar.’ diyorlardı. Gerçekte Kûfelilerin vasıfları biliniyordu. 

İmam Ali’ye ne kadar zahmet vermiş, o mübarek zatı ne kadar kırmışlardı! Hz. Ali’nin hutbeleri buna şahittir. Fakat Hz. Hüseyin, yapılan tavsiyeleri dinlemedi, takdiri ilâhî, kendisini kutsal yuvasından çıkardı, Kûfe’ye doğru hareket etti. Ker- bela çölünde bütün ehl-i imanın gözlerini yaşlar, kalplerini hüzünler içinde bırakan o pek yürek yakan şahadet hâdisesi vuku buldu. Acaba bu hâdisenin bu şekilde meydana gelmesine Yezid razı mıydı? Onu ancak Yüce Allah bilir.”61 

Bilmen, Gazzâlî ve İbn Teymiyye’nin lanet hususundaki bazı görüşlerini naklettikten sonra İbn Hacer el-Mekkî’nin şu sözlerini aktarır: “İmamlarımıza göre belirli bir şahsa lanet caiz değildir. Meğerki küfür üzere öldüğü malûm bulunsun. Ebu Cehil, Ebu Leheb gibi. Artık muayyen bir kâfir hakkında böyle lanet edilmesi, tehlikeli olup caiz görülmeyince fasık veya zalim olan belirli bir müslüman hak- kında da caiz olmayacağı daha önceliklidir. Evet... Kişilere lanette tehlike vardır, bundan kaçınmalı. Örneğin 0eytana bile lanetten sükûtta tehlike yoktur. Hâlbuki onun hakkında Allah tarafından, ‘Kıyamete kadar lanetim senin üzerine olsun.62 buyurulmuştur. Artık başkaları hakkında sükût edilmesinde ne tehlike bulunabilir? 

“Denilse ki: Yezid’e lanet caiz midir? Çünkü o, Hz. Hüseyin’in katilidir veya katlini emretmiştir. Deriz ki: Bu asla sabit olmamıştır. Bir kere Hz. Hüseyin’i bizzat katletmediği açıktır, katline emir verip vermediği hususunda ise muhtelif söylentiler vardır. Artık sabit olmadıkça ‘Hz. Hüseyin’i o öldürmüştür.’ veya ‘Öldürmesine o emir vermiştir.’ denilmesi caiz olamaz. 

“O halde Yezid’e lanet edilmesi de caiz olamaz. Bir müslümanı tahkik ve tespit edilmeksizin adam öldürme gibi bir büyük günahla suçlamak caiz değildir. 0erefli Peygamberimiz, ehl-i kıbleye lanet edilmesini yasaklamıştır. Bir müslüman bir takım günahları işlemekle kâfir olmaz. Ehl-i Sünnet’in mezhebi budur.”

Tüm bu yazdıklarımız ışığında sizlere bir sosyal hakikatten bahsetmem gerekirse,

Anadolu’da bulunan Alevi dindarların kahir ekseriyeti özellikle taşra ve köylerde olanlar için bunu söylemek mümkün tam bir Müslüman gibi yaşadıkları gerçeği vardır. Namaz kılar, oruç tutar, imkânlarınca hacca gidip zekâtlarını verirler. Sonraları başka fikri akımlarla özellikle şehirlerde yaşayan Alevi-Bektaşiler bundan uzaklaşmışlardır ve Şia ve daha ileri başka fikir ve akımları kabul etmişlerdir.

Ehl-i Sünniler ise Ehl-i Beyt sevgisini çocuklarına koydukları isimlerden Muharrem ayına verdkleri öneme kadar birçok alanda göstermişlerdir. Mesela Yezid yahut Muaviye isimleri hemen hemen hiç yok iken Ali, Hasan, Hüseyin isimleri her 3 kişiden birinde mevcuttur.

Ve nihayetinde Ehl-i Sünnet yani Sünniler en az Aleviler kadar Ehl-i Beyt muhabbeti ile yaşar ve en az onlar kadar hüzünlerini dile getirirler.

Bunun aksini söylemek mümkün olmadığı gibi, savunmak da ayrılığa benzin taşımaktır.