Günlerden bir gün ulu bir çınar ağacının yanında bir kabak filizlenir.
Bahar ilerledikçe kabak, çınar ağacına sarılarak boy atmaya başlar.
Yağmurların ve güneşin etkisiyle hızla büyür ve neredeyse çınar ağacı ile aynı seviyeye ulaşır.
Kabak bu kadar kısa sürede, bu boya ulaşmış olmanın gururu ve kibriyle çınar ağacına "sen kaç ayda bu hale geldin" diye sorar.
Çınar "elli yılda geldim" diye cevap verir.
Bunun üzerine kabak çiçeklerini sallar ve "Ben neredeyse iki ayda seninle aynı boya geldim" sözleriyle çınar ağacını küçümser.
Sonbahar gelip çattığında kabak yavaş yavaş üşümeye başlar, sonra yapraklarını düşürmeye, soğuklar arttıkça da kurumaya yüz tutar.
Bunun üzerine kabak çınara telâşla sorar.
"Ne oluyor bana söyler misin?"
Çınar cevap verir. "Ölüyorsun"
Kabak tekrar sorar. "Neden?"
Sonunda çınar derki "Benim elli yılda geldiğim yere iki ayda gelmeye çalıştın da onun için"
Evet şöyle bir etrafımıza bakarsak, kabağın akibetini yaşayanların ne kadar çok olduğunu görürüz.
Çabuk zengin olma hırsıyla yanıp tutuşan...
Alnı hiç terlemeden...
Risk almadan...
Alt yapı oluşturmadan...
Güven ve itibar kazanmadan...
Kısacası hak etmeden kazananlar !
O anda kazandıklarını zannederler...
Fakat kabak kadar ömürlerinin olmadığını ne yazık ki çok çabuk farkederler.
Emek vermeden, yemek yeme hastalığına yakalananlar tarihin tozlu sayfalarında yok olurlar.
Çünkü bilinen bir gerçek vardır;
YÜKSEKTE YER TUTANLAR ALÇAKTAKİLER KADAR EMNİYETTE DEĞİLDİR.