Bastığınız adımın sesini duyamamanız fena, Ay’da yürüyen ilk insan deneyimi yaşatıyor, ayaklarınız adeta yerden kesilmişçesine sahte bir his…

Dünyadan uzak.

Ortam sesini alamamak hem iyi hem kötü, insanın en azından işine gelenleri duyabilmesi lazım, “fıtrat” okumuşta da cahil cühelada da aynı…

Korunma ve saldırma dürtüsü ile ilgili olsa gerek.

Bir ayı geçkin süre kafamı suya sokmuşçasına yaşadım, “uğultu” içinde, deryanın sesini dinledim…

“Kafayı dinlemek” bu olsa gerek.

“Yeter”…

Dünyaya geri dönmenin vakti geldi.

Hastaneye gittim, işaret dili ile derdimi anlattım, maruzatımı anlatmam zor olmadı…

İşaret parmaklarınız ile kulaklarınızı gösterip gözkapaklarınızı yukarı kaldırmanız yeterli.

Operasyon koltuğuna oturdum, sağ kulaktan başladı hekim, zorlanmadı fazla…

“Sağ” tarafımı çok kullanmam zaten, “88” kuşağı olmamla alakalı besbelli, işitme eyleminde bile “sol” kulağı seçmişim.

Sol kulağa geçti…

“Kulağınıza ne tıktınız?” sorusunu üçüncü tekrarında anlayabildim, sağ kulağımın uğultusu henüz geçmemişti, anlayışımın kıt kalışının hekimin asabiyet katsayısını yükselttiğini hissettim.

Kulağıma ne “tıktığımı” anlamaya çalışırken cevap bekliyordu bir yandan da…

Acaba hangisini söyleseydim, “tıkıştırmayı” severim kulağıma çünkü, “kürdan, tornavida sapı, kalem kapağı, kalem hatta” mukabilinden elime ne geçerse tıkmışlığım var kulağıma.

“Tıpa” değil…

“Tıkmak” kelimesinin anlamını “içeride bırakmak” şeklinde okuyun.

“Tüp var mı kulağınızda?” sorusuna…

“Tüp tıkıştırmadım” şeklinde cevap vermedim, sadece “hayır” dedim, “kulak ameliyatı oldunuz mu?” sorusuna da yetti verdiğim bu cevap.

“Kulağınızda yabancı bir cisim var?” şeklinde sorsaydı anlayabilirdim ilk defada…

“Ne tıktınız?” ifadesi kesinlikle “tıbbi” bir terim.

Tıktığımı çıkardı hekim…

İnce, bir küsur santim boyunda, ne olduğu anlaşılamayan bir “ne tıkmışsam artık”.

Maşanın ucunda “her neyse” diye söylenerek atık haznesine attı…

Patolojiye göndermedi!

Yakın gözlüğümün sapının ucundaki plastik kaplamaydı attığı o an anladım…

Kaç zamandır arıyordum, hekimden geri istesem ayıp kaçar mıydı, gözlüğümün sapının ucunda metal sırıtıyor çünkü.

Bir iki kere niyetlendim, hekimin zihninde sosyal kimliğime dair oluşan izlenimi külliyen yerin dibine batırmamak için vazgeçtim, tahsilsizliğimi ve taş devrinden gelmişliğimi gözüne sokmamalıydım…

İlaç yazdı ve “kulağınız açılmadıysa haftaya gelin” diyerek iş yükünü artırdı üstelik.

Bir yandan da gururlandım…

Kulağımın açılıp açılmadığı teşhisini bana bıraktığı için.

Not: “Küçük Hafız’ın Dükkanı”…

Elbette şehrimizin en kadim dükkanlarından biri, yaşı kemale erenlerin “AVM” ile yarış eden alışveriş mekanları, “yok” yoktur orada.

Penbe Han ile Cem Sultan Bedesteni arasındaki yol…

Eski ismiyle “Aktarlar Çarşısı”.

Küçük Hafız’ı (Mustafa Pinyal) geçtiğimiz yıl ebediyete uğurladık…

Anısı baki.

Dükkanı (Elif Züccaciye) oğlu Hamdi Pinyal işletiyor…

Küçük Hafız’ın ismini yaşatıyor.

Senelerdir müşterisiyim…

Ne ararsam en uygun fiyatla hep buldum.

“Pompalı kolonya doldurma şişesi” var dükkanda iki tane…

İlk kez dikkatimi çekti.

(Çocukluk yıllarıma gitti zihnim…

Bakkal Hakkılar’dan doldurturdu kolonyamızı annem.)

Biri “tütün”…

Diğeri “limon”.

“Nostaljik olsun diye kaldırmadık” dedi Hamdi Pinyal…

Küçük Hafız’ın anısı yaşasın.

(“Atıksız” yıllardı eski vakitler…

Dünya kaynaklarını hızla ve arsızca tüketilmediği yıllardı.

Kolonya şişesi boşaldı mı imdada pompalı kolonya doldurma şişesi yetişirdi…

“Kimyager” misali ustalıkla doldururdu esnaf.)