Eğitim-Sen’in değerlendirmesi şu şekilde:
"2024/25 eğitim-öğretim yılı 20 Haziran Cuma günü sona ermiştir. 2024/25 Eğitim-öğretim yılında Türkiye’de örgün eğitimde toplam 18 milyon 710 bin öğrenci bulunmaktadır. Bu öğrencilerin yaklaşık 15 milyon 849 bini devlet okullarında, 1 milyon 631 bini özel okullarda, 1 milyon 229 bini ise açık öğretim kurumlarında öğrenim görmektedir. Türkiye genelindeki toplam okul sayısı 75 bin 467’dir. Bu kurumların 61 bin 111’i devlet, 14 bin 352’si özel okul statüsündedir.
Devlet ve özel okullarda görev yapan toplam öğretmen sayısı 1 milyon 168 bin 896 kişidir. Bunların 993 bin 397’si devlet okullarında, 175 bin 499’u ise özel okullarda görev yapmaktadır. Ayrıca yaklaşık 100 bin ücretli öğretmen, düşük ücretlerle ve sosyal güvenceden yoksun biçimde çalıştırılmaktadır.
Millî Eğitim Bakanlığı verilerine göre, devlet okullarında görevli 143 bin 355 temizlik personelinin sadece 49 bin 578’i kadroludur. Geri kalanlar İŞKUR’un TYP (30 bin kişi) ve İUP (63 bin 777 kişi) programları kapsamında geçici ve düşük ücretlerle çalışmaktadır. Haftada sadece üç gün görev yapan bu personelin yetersizliği okul hijyenini olumsuz etkilemektedir.
Türkiye’de eğitim sistemi, yıllardır sürdürülen piyasacı, rekabete dayalı ve sınav odaklı politikalar nedeniyle uzun süredir derin ve çok katmanlı bir krizle karşı karşıyadır. 2024-25 Eğitim öğretim yılında okul öncesinden yükseköğretime kadar eğitimin tüm kademelerinde yaşanan sorunlar, sistemin temel işlevlerini yerine getiremez hale geldiğini bir kez daha göstermiştir. Bu yapısal tıkanıklık, eğitimin niteliğinde ciddi bir gerilemeyi beraberinde getirmiştir.
Okulların fiziki altyapı eksiklikleri, donanımsızlık, kalabalık sınıflar ve ikili öğretim uygulamaları gibi temel problemler bu eğitim yılında da çözüme kavuşturulamamıştır. Özellikle kırsal bölgelerde sürdürülen taşımalı eğitim modeli, eğitime erişimi kolaylaştırmaktan çok çocukların sosyal, fiziksel ve pedagojik gelişimlerini olumsuz etkilemektedir.
Özellikle dikkat çeken bir diğer konu ise çocukların dini cemaat ve vakıfların kontrolündeki yurtlara, kreşlere yönlendirilmesi ve bu yapılarda ortaya çıkan istismar vakalarının süreklilik kazanmasıdır. Eğitim kurumları ile bu tür yapılar arasında imzalanan protokoller, kamu eliyle eğitimin laiklik ilkesinden uzaklaştırılmasına yol açmaktadır.
Öğretmen açığı sorunu bu yıl da giderilememiş; nitelikli, güvenceli öğretmen istihdamı yerine, sözleşmeli, ücretli ve mülakata dayalı atama uygulamaları devam etmiştir. Bu politikalar, öğretmenler arasında adaletsizliği derinleştirmiş, mesleki saygınlığı zedelemiş ve eğitimde niteliği olumsuz etkilemiştir. Öğretmenlik Meslek Kanunu, "eşit işe eşit ücret" ilkesine aykırı yapısıyla var olan eşitsizlikleri kurumsallaştırmıştır. KPSS’de yüksek puan alan on binlerce öğretmen, atama beklemeye devam etmektedir. Ataması yapılmayan yüz binlerce öğretmen ise hâlâ görev beklemekte, kamuda öğretmen ihtiyacı olmasına rağmen görevlendirilmemektedir. Öğretmen ihtiyacına rağmen atama yapılmaması, eğitimde nitelik kaybına yol açmaktadır.
MEB’in açıkladığı ve 2024-2025 itibarıyla kademeli olarak uygulamaya koyduğu yeni müfredat, bilimsel içerikten uzaklaşmış, eleştirel düşünceyi baskılayan, dini referanslı bir yapıdadır. Laiklik, eleştirel düşünce, bilimsel yöntem gibi temel ilkeler müfredatta giderek daha az yer bulmakta; yerini dogmatik, tekçi ve ideolojik öğelere bırakmaktadır.
Özellikle emekçi ailelerin çocukları, kız çocukları ve kırsal bölgelerde yaşayan öğrenciler açısından eğitime erişim, bu yıl da ciddi sorun alanlarından biri olmuştur.
Eğitim sisteminde kamusal nitelik giderek zayıflarken, piyasalaşma eğitimi her geçen yıl daha da eşitsiz bir yapıya büründürmektedir. Devlet ve özel okul ayrımı, eğitimde nitelik uçurumunu derinleştirmektedir. Özel okullara erişim sadece üst gelir grubuna açıkken, devlet okulları kaynak yetersizliği ile mücadele etmektedir.
Türkiye'de derinleşen ekonomik kriz, eğitim politikalarındaki yetersizlik ve toplumsal cinsiyet temelli eşitsizlikler, çocukların yaşamını her geçen gün daha da kırılgan hale getirmektedir. TÜİK ve İSİG Meclisi verileri, çocuk işçiliği ve çocuk yaşta evliliklerin sadece bireysel değil, yapısal ve sistemsel bir sorun haline geldiğini açıkça ortaya koymaktadır.
TÜİK’in son verilerine göre 2024 yılı itibarıyla Türkiye'de çalışan çocuk sayısı 869 bine ulaşmıştır Bu çocukların büyük bir bölümü kayıt dışı ve ağır işlerde çalıştırılmakta, eğitim sisteminden kopmaktadır. Çalışan çocukların %38’i ya okula hiç gitmemekte ya da düzensiz olarak devam etmektedir. 14-17 yaş grubundaki çalışan çocukların okulu erken bırakma oranı, çalışmayan akranlarına göre 3 kat daha fazladır. Bu durum, nesiller arası yoksulluk döngüsünü pekiştirmektedir.
TÜİK verilerine göre yaklaşık 108 bin çocuk, inşaat, madencilik ve metal işleri gibi ağır ve tehlikeli iş kollarında istihdam edilmektedir. Bu çocuklar, fiziksel yaralanma, kronik hastalık ve ciddi psikolojik travmalarla karşı karşıyadır. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi (İSİG) verilerine göre, sadece 2024 yılında 71 çocuk çalışırken hayatını kaybetmiştir.
OECD’ye göre Türkiye’de ortaöğretimi tamamlamadan eğitimden ayrılan gençlerin oranı yüzde 25, 18-24 yaş arasında eğitimi terk edenlerin oranı ise yüzde 28’dir. Bu oranlar OECD ortalamalarının çok üzerindedir.
Türkiye’de meslek liselerinin büyük bölümü birer eğitim kurumu olmaktan çok fabrika gibi işlerken, çocuk ve gençler ‘çırak’ ya da ‘stajyer’ kimliğiyle işçi gibi çalıştırılıp emek sömürüsünün sınırları zorlanmaktadır. Mesleki Eğitim Merkezleri (MESEM) bünyesinde çalışırken resmi verilere göre en az 12 çocuk hayatını kaybetmiştir. Yasal olarak tehlikeli ve çok tehlikeli işlerde çocukların çalıştırılması yasak olmasına rağmen, MESEM bünyesinde çalıştırılan çocuklar/gençler iş cinayetlerinde yaşamını yitirmeye devam etmektedir. İSİG verilerine göre 2013-2025 yılları arasında 766 çocuk işçi iş cinayetlerinde hayatını kaybetmiştir.
Mesleki Eğitim Merkezleri’nin mevcut yapısı, nitelikli bir mesleki eğitim sağlamaktan ziyade, genç iş gücünü hızla piyasaya sürmek amacıyla tasarlanmış bir sistemdir. Mesleki eğitimde yalnızca niceliksel hedeflere odaklanmak yerine, öğrencilerin haklarını ve eğitimin niteliğini ön planda tutan, bütüncül bir yaklaşımla ele alınması gerekmektedir.
2024-2025 Eğitim öğretim yılı, Türkiye’de eğitim sisteminin eşitlikçi, kapsayıcı ve kamusal karakterinden uzaklaştığı bir dönemi daha gözler önüne sermiştir. Bölgesel, sınıfsal, etnik, cinsiyet temelli ve fiziksel engellilik gibi toplumsal farklılıkların eğitim sisteminde yarattığı eşitsizlikler derinleşerek devam etmektedir.
Türkiye'de eğitim sisteminde en belirgin eşitsizliklerden biri bölgesel farklılıklardan kaynaklanmaktadır. Kırsal alanlardaki okullar ile kent merkezlerindeki okullar arasında fiziki altyapı, öğretmen sayısı, teknolojik donanım ve eğitim materyallerine erişim açısından ciddi uçurumlar vardır. Bu farklılıklar, öğrencilerin başarı düzeylerinde belirgin farklara yol açmakta ve eğitim hakkının eşit koşullarda kullanılmasını engellemektedir. Taşımalı eğitim uygulaması ve çok sayıda köy okulunun kapatılması, kırsalda yaşayan çocukların eğitim hakkına erişimini daha da zorlaştırmaktadır.
Engelli çocuklar için okullarda yeterli fiziki altyapı, uzman öğretmen ve özel destek hizmetleri sağlanmamaktadır. Eğitim sistemi, engelli bireylerin tam ve bağımsız katılımına olanak sağlayacak kapsayıcı politikalardan yoksundur.
Türkiye’de eğitim, devletin asli kamusal görevlerinden biri olması gerekirken, özel sektörün ve piyasanın insafına bırakılmış; kamu yatırımlarının yetersizliği nedeniyle milyonlarca aile çocuklarının eğitimi için giderek daha fazla harcama yapmak zorunda kalmıştır. Avrupa Birliği İstatistik Kurumu (Eurostat) ve TÜİK verilerine göre Türkiye, Avrupa’da açık ara eğitim enflasyonunun en yüksek olduğu ülkedir. Türkiye’de eğitim enflasyonunun bu denli yüksek olmasının temel nedenleri arasında neoliberal politikalar, eğitimin piyasalaştırılması, kamusal eğitime yeterli bütçe ayrılmaması ve derinleşen ekonomik kriz yer almaktadır.
Eğitim enflasyonundaki belirgin artışın doğrudan etkileri, özellikle düşük gelirli ailelerin çocuklarında somut olarak gözlemlenmektedir. Artan eğitim maliyetleri; kırtasiye, ulaşım, yemek ve kaynak kitap gibi temel giderler üzerinden velilerin omuzlarına ağır bir yük bindirmekte; birçok aile borçlanmakta ya da temel ihtiyaçlarından feragat ederek çocuklarını okula göndermeye çalışmaktadır. Bu durum, çocukların okula devamını ve başarısını doğrudan olumsuz etkilemektedir.
Devlet okullarında yaşanan nitelik kaybı da bu süreci derinleştirmektedir. Temizlik personeli eksikliği, öğretmen açığı, yardımcı kaynak zorunluluğu gibi uygulamalar hem öğrencilerin sağlıklı bir ortamda eğitim almasını engellemekte hem de velilerin sırtına yeni mali yükler bindirmektedir.
Millî Eğitim Bakanlığı’nın mevcut politikaları, bu tablo karşısında yetersiz kalmaktadır. Eğitim sisteminin temel ihtiyaçları için bütçe artırılmalı, kamu okullarına doğrudan yatırım yapılmalı; öğretmen açığı kapatılmalı, öğrenciler için ücretsiz yemek, ulaşım ve kırtasiye desteği sağlanmalıdır. Ne yazık ki hem siyasi iktidarın hem de MEB'in bu konuda ciddi ve kalıcı çözümler üretmekten uzak olduğu görülmektedir.
Eğitim Sen, çocukların eğitim hakkından eşit koşullarda yararlanabilmesi için öğrencilerin yeterli beslenme hakkı kamusal güvence altına alınması gerektiğini savunmaktadır. Bu çerçevede öncelikle Millî Eğitim Bakanlığı, öğrencilerin sağlıklı gelişimi ve eğitim süreçlerinin verimli işlemesi için ayrı bir beslenme bütçesi oluşturmalıdır. En azından günde bir öğün ücretsiz yemek uygulaması, ülke genelindeki tüm okullarda ivedilikle hayata geçirilmelidir. Bu adım sadece yoksul öğrencilerin yaşamını kolaylaştırmayacak, aynı zamanda eğitimde eşitliğin ve kamusal sorumluluğun güçlendirilmesi açısından da son derece önemli olacaktır.
Eğitim sisteminden başarı ve verimlilik bekleniyorsa, önce temel insani koşullar sağlanmalıdır. Açlıkla, yoksullukla ve fırsat eşitsizliğiyle baş etmeye çalışan çocuklar için “kaliteli eğitim” söylemi içi boş bir retorikten öteye geçemez.
Millî Eğitim Bakanlığı’nın kamuoyuna sunduğu “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” kapsamında, lise eğitiminin ders yükünün azaltılması ve eğitimin daha “esnek” bir yapıya kavuşturulması yönündeki planlar hükümete yakın medya aracılığıyla kamuoyu ile paylaşılmaya başlanmıştır. Pedagojik açıdan ciddi sakıncalar taşımaktadır. Örgün eğitimde lise eğitiminin zorunlu olmaktan çıkarılması ya da eğitim süresinin azaltılması üzerinden tartışılan ve pedagojik açıdan ciddi sakıncalar içeren düzenleme sadece yüzeysel bir “hafifletme” değil, genç kuşakların bilimsel, eleştirel ve kamusal nitelikli bir eğitim hakkının budanması anlamına gelmektedir.
Lise eğitiminin süre olarak kısaltılması veya ders sayılarının azaltılması, öğrencilerin temel akademik ve entelektüel yeterlilikleri edinmesini zorlaştıracaktır. Bu tür bir uygulama öncelikle öğrencilerin bilimsel düşünce, tarihsel bilinç, felsefi sorgulama ve sanatsal ifade gibi temel alanlardaki gelişimini olumsuz etkileyecek, lise sonrası yükseköğretime ve toplumsal yaşama hazırlıklarını zayıflatacaktır. MEB’in eğitim sisteminde siyasal-ideolojik bakış açısında göre yapmaya çalıştığı değişikliklerin sosyoekonomik eşitsizlikleri derinleştirmesi, özel okullar ve kurslar üzerinden daha fazla piyasalaşmaya yol açması kaçınılmazdır.
2024-25 Eğitim öğretim yılı başından itibaren 1., 5. ve 9. sınıflarda başlatılan yeni müfredatta öne çıkarılan “değerler eğitimi” ve “manevi gelişim” başlıkları, eğitimi nesnel, bilimsel ve çoğulcu bir zemin yerine dini-ideolojik bir kalıba sokmayı amaçlamaktadır. Bu yaklaşım, Anayasa’da güvence altına alınan laiklik ilkesine temelden aykırıdır. Müfredat değişikliği sürecinde eğitim ve bilim emekçilerinin, sendikaların, eğitim fakültelerinin ve bilim insanlarının dışlanması, alınan kararların meşruiyetini tartışmalı hale getirmiştir.
Eğitim Sen olarak MEB’e çağrımız eğitim sistemini yap boz haline getirmekten vazgeçin. Eğitimde ihtiyaç olan nicel hafifletme değil, niteliksel derinliğin esas alınmasıdır. Lise eğitiminin süre olarak kısaltılması ya da içerik olarak daraltılması Türkiye’nin geleceği olan gençleri donanımsız bırakmayı hedefleyen tehlikeli bir adımdır. Tüm eğitim bileşenlerinin katılımıyla, bilimsel, laik, demokratik ve kamusal bir müfredat yeniden inşa edilmeli, eğitim sistemi siyasi-ideolojik müdahalelerden bir an önce kurtarılmalıdır.
Proje okulları uygulaması, ilk başta belirli alanlarda akademik, kültürel ve bilimsel başarıyı artırmak amacıyla başlatılmış görünse de bugün gelinen noktada bu okullar Millî Eğitim Bakanlığı’nın merkeziyetçi ve siyasal kadrolaşma politikalarının açık bir aracı hâline gelmiştir. Son günlerde yaşanan gelişmeler, bu okullarda büyük bir tasfiye operasyonunun devreye sokulduğunu ve binlerce nitelikli öğretmenin hiçbir bilimsel, pedagojik veya hukuki gerekçe olmaksızın görevlerinden uzaklaştırıldığını göstermektedir.
Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’in ülke çapında sendikamız öncülüğünde yapılan basın açıklamaları ve eylemler sonrasında kamuoyunu yanıltmaya yönelik açıklamaları, bu tasfiyeyi meşrulaştırmaya yönelik olmuştur. Öğretmenlerin görev süresinin dolduğu gerekçesiyle atamalarının yapılmadığını savunan Bakan Tekin, gerçek durumu gizlemekte, kamuoyunu manipüle etmektedir. Oysa bugün proje okullarında yaşanan; öğretmenlerin sendikal kimliklerine, siyasal görüşlerine, hatta bireysel duruşlarına göre ayrımcılığa maruz kaldıkları, hiçbir nesnel kritere dayanmayan, keyfi ve siyasal yönelimlerle gerçekleştirilen bir tasfiye sürecidir.
Bakan Tekin’in “40 yıldır aynı okulda çalışan öğretmen” söylemi hem pedagojik gerçekliğe hem de mevzuata aykırıdır. Öğretmenlerin hizmet süreleri, yer değişiklikleri ve atamaları zaten yasal düzenlemelere bağlıdır. Büyükşehirlerde, bir öğretmenin aynı okulda bu kadar uzun süre görev yapması istisnai bir durumdur. Bu söylem, kamuoyunda sanki öğretmenler değişime direnen, kendini geliştirmeyen unsurlarmış gibi bir algı yaratma çabasından başka bir şey değildir. Bu tutum hem öğretmenleri hedef göstermekte hem de eğitimin temel taşı olan öğretmenlik mesleğini itibarsızlaştırmaktadır.
Proje okullarında yaşanan tasfiye süreci yalnızca öğretmenleri değil, doğrudan öğrencileri de etkilemektedir. Bu okullarda görev yapan birçok öğretmen, yıllar boyunca binlerce öğrencinin hayatına dokunmuş, onların akademik, sosyal ve bireysel gelişimlerinde önemli katkılar sunmuştur. Nitelikli eğitim kadrolarının bir anda tasfiye edilmesi, bu okulların eğitim kalitesini düşürmekte; öğrencilerin pedagojik süreklilik hakkını ihlal etmektedir. Bu noktada, yalnızca öğretmenler değil, yöneticiler de aynı keyfiyetin mağduru hâline gelmektedir. Yıllardır başarıyla okul yöneticiliği yapmış, eğitimde örnek modeller yaratmış yöneticilerin de görevlerinden alınarak yerlerine siyasal sadakat üzerinden belirlenen kişiler atanması, proje okullarını siyasal kadrolaşmanın en görünür alanlarından biri hâline getirmiştir.
Eğitim Sen olarak tutumumuz nettir: Proje okullarında yaşanan tasfiyeler derhâl durdurulmalı, bu okullarda görev yapan tüm öğretmen ve yöneticiler liyakat, deneyim ve objektif kriterler temelinde görevlerine iade edilmelidir. Eğitimde adaletin, şeffaflığın ve kamu yararının hâkim kılınması için atama, görevlendirme ve yer değiştirme süreçleri sendikaların ve meslek örgütlerinin denetimine açık olmalı; tüm süreçler demokratik katılım ilkesine göre yeniden yapılandırılmalıdır.
Milli Eğitim Akademisi uygulaması, Millî Eğitim Bakanlığı (MEB) tarafından öğretmenlik mesleğinin niteliğini geliştirmek iddiasıyla sunulsa da gerçekte eğitim sisteminin daha merkeziyetçi, denetimci ve ideolojik bir yapıya kavuşturulmasının yeni bir aracıdır. MEB tarafından öğretmen adaylarının yetiştirilmesi ve mesleğe kabulü sürecine yönelik planlanan bu model, eğitim fakültelerini devre dışı bırakmakta; öğretmenliğe girişin liyakat, bilimsel eğitim ve pedagojik formasyon esaslarına değil, bakanlık merkezli sınav ve değerlendirme süreçlerine bırakılmasını öngörmektedir.
Oysa öğretmen yetiştirme süreci, üniversitelerin eğitim fakültelerinde bilimsel esaslara, pedagojik formasyona, akademik özgürlüğe ve demokratik değerlere dayalı biçimde yürütülmelidir. Milli Eğitim Akademisi adı altında inşa edilmek istenen yapı, öğretmenlik mesleğini teknik bir alana indirgeyen, iktidarın siyasal ideolojisiyle uyumlu bireyler yetiştirmeyi hedefleyen, merkezi sınav ve disiplin mekanizmalarıyla mesleği güvencesizleştiren bir anlayışı temsil etmektedir.
Bu akademi modelinde öğretmenlik, sadece bilgi aktaran bir memuriyet pozisyonuna indirgenmekte; öğretmenin düşünsel, pedagojik ve toplumsal yönü yok sayılmaktadır. Oysa öğretmenlik mesleği, yalnızca bilgi aktarmakla sınırlı olmayan; öğrenciyi düşünen, sorgulayan ve toplumsal hayata katılan bireyler olarak yetiştirme sorumluluğunu taşıyan özgün bir meslek alanıdır. Öğretmenlerin yetiştirilme süreci de bu sorumlulukla uyumlu, eleştirel düşünceye ve akademik özerkliğe açık bir çerçevede yürütülmelidir.
Milli Eğitim Akademisi ile hedeflenen, öğretmenliği kontrol altına almak, öğretmen adaylarını ideolojik eğitime tabi tutmak ve meslek içi eğitimi bürokratik bir gözetim aracına dönüştürmektir. Özellikle sözlü sınav, “uygunluk değerlendirmesi” ve yeniden sertifikalandırma gibi uygulamalarla öğretmen adaylarının siyasal filtrelerden geçirilmesi riski artmaktadır. Bu durum, öğretmenlerin mesleğe girişinde nesnel ölçütleri ortadan kaldırmakta ve iktidara yakın kadroların tercih edilmesine zemin hazırlamaktadır. Sendikamız öğretmen yetiştirme süreçlerinin üniversiteler eliyle, bilimsel, özerk ve demokratik bir biçimde yürütülmesini savunmaktadır. Eğitimde niteliğin yükseltilmesi, mesleki gelişimin desteklenmesi, ancak ve ancak öğretmenlerin ekonomik, sosyal ve mesleki güvencelerinin güçlendirilmesiyle mümkündür. Kamusal eğitimin güçlendirilmesi gerekirken, öğretmenlerin yetiştirilme süreci bir tür ideolojik kadrolaşma aracına dönüştürülmemelidir. Bu nedenle Milli Eğitim Akademisi uygulamasından derhâl vazgeçilmeli; öğretmen yetiştirme süreçleri üniversitelerle birlikte, şeffaf, bilimsel ve demokratik esaslara göre yeniden yapılandırılmalıdır. Eğitim Sen olarak öğretmenlik mesleğinin itibarını, özerkliğini ve bilimsel temelini korumak için mücadele etmeye devam edecektir.
2023 Depremlerinin üzerinden uzun bir süre geçmesine rağmen, afet bölgelerinde eğitime dair sorunların büyük bölümü hâlâ çözülmemiştir. Depremin yarattığı yıkımın ardından eğitime dair atılması gereken adımlar ya geciktirilmiş ya da hiç atılmamıştır. Bu durum, depremzede öğrenciler, öğretmenler ve veliler açısından hem pedagojik hem de psikososyal açıdan ciddi mağduriyetler yaratmıştır. Depremin ardından öğrenciler ağır psikolojik travmalar yaşamış olmasına rağmen okullarda hâlâ yeterli sayıda psikolojik danışman bulunmamaktadır. Psikososyal destek hizmetleri ya yetersiz kalmış ya da belirli merkezlerle sınırlı tutulmuştur. Travmaya maruz kalan öğrencilerin desteklenmediği koşullarda öğrenmeye katılımları düşmüş; devamsızlık oranları artmış, akademik başarılar belirgin şekilde gerilemiştir. Psikososyal destek sadece kriz anına özgü değil, sürekli sunulması gereken bir kamu hizmeti olmalıdır. Ancak bu anlayış hayata geçirilmemiştir.
Deprem bölgesindeki öğrenciler eğitim materyallerine, dijital cihazlara ve internete erişimde ciddi sorunlar yaşamaktadır. Deprem bölgesinde görev yapan eğitim ve bilim emekçileri de hem bireysel hem mesleki olarak büyük bir yükün altındadır. Barınma sorunu yaşayan eğitim emekçilerine yönelik kalıcı bir çözüm üretilmemiştir.
Eğitim, felaket koşullarında dahi sürdürülebilmesi gereken temel bir haktır. Deprem bölgesindeki öğrencilerin, öğretmenlerin ve ailelerin yalnız bırakılması, bu hakkın fiilen ortadan kaldırılması anlamına gelmektedir. Bu nedenle, eğitim politikalarının bir an önce insan hakları temelli, eşitlikçi ve planlı biçimde yeniden inşa edilmesi gerekmektedir.
2024-2025 Eğitim öğretim yılında yaşanan önemli sorunlardan biri, bazı illerde taşımalı eğitim uygulamasının kaldırılması olmuştur. Bazı illerde taşımalı eğitimin kaldırılmasıyla birlikte: Öğrenciler, okula gitmek için uzun mesafeler yürümek zorunda kalmakta, Ulaşım maliyeti dar gelirli ailelerin omzuna bırakılmakta, Kız çocukları başta olmak üzere pek çok öğrenci okuldan kopma riskiyle karşı karşıya kalmaktadır. Devamsızlık oranlarının arttığı, özellikle ortaöğretim çağındaki kız çocuklarının erken okul terkine zorlandığı yönünde sahadan çok sayıda bilgi gelmektedir. Bu tablo, devletin eğitim hakkını korumak yerine, çocukları sistem dışına ittiğini göstermektedir. Taşımalı eğitim uygulaması yıllar içinde yaygınlaştırılırken, kırsal bölgelerde binlerce köy okulu da sistematik biçimde kapatılmıştır. Son 22 yılda 20 bin 243 köy okulu kapatılmıştır. 2002 yılında köy okullarına kayıtlı öğrenci sayısı 3 milyon 275 bin iken, 2024 itibarıyla bu sayı 600 binin altına düşmüştür. Taşımalı eğitimin kaldırılmasıyla birlikte ulaşım masrafları ailelerin sorumluluğuna bırakılmış, bu da zaten yoksullukla mücadele eden aileler için ekonomik bir yük oluşturmuştur.
Eğitim Sen olarak, taşımalı eğitimin kaldırılmasının yarattığı sorunlara dikkat çekiyor ve şu talepleri kamuoyuyla paylaşıyoruz:
-Taşımalı eğitim uygulaması, özellikle dezavantajlı bölgelerde kesintisiz biçimde devam ettirilmelidir.
-Alternatif olarak, kapatılan köy okulları yeniden açılmalı, çok sınıflı eğitime uygun modeller hayata geçirilmelidir.
-Ailelerin ulaşım yükü azaltılmalı, ulaşım devlet eliyle ücretsiz sağlanmalıdır.
-Kız çocuklarının okullaşmasını teşvik edecek özel programlar kırsal bölgelerde yaygınlaştırılmalıdır.
-Taşımalı eğitimin kaldırılması, sadece bir uygulamanın sona erdirilmesi değil, aynı zamanda eğitimde kamusal sorumluluğun terk edilmesi anlamına gelmektedir.
2024-2025 eğitim öğretim yılı, eğitim hakkına erişim konusunda yaşanan çok yönlü engellerin derinleştiği bir dönem olmuştur. Eğitim, her çocuğun temel bir anayasal ve evrensel insan hakkıdır. Bu hakkın eşit, parasız ve nitelikli biçimde hayata geçirilmesi devletin temel yükümlülüğü olmasına rağmen, mevcut politikalarla bu sorumluluk giderek kamu dışında bırakılmaktadır.
Tüm öğrencilerin eşit şartlarda, ücretsiz ve nitelikli eğitime erişimi için kamusal politikalar hayata geçirilmelidir. Eğitimde yaşanan eşitsizlikleri derinleştiren piyasacı anlayış derhal terk edilmeli, eğitimin bütün kademelerinde kamusal hizmet anlayışı güçlendirilmelidir. Özellikle dar gelirli ailelerin çocukları için okul ve kırtasiye masrafları devlet tarafından karşılanmalı; ücretsiz kırtasiye desteği ilköğretim düzeyinden itibaren her öğrenciye sağlanmalıdır.
Yoksullaşmanın derinleştiği günümüz koşullarında, öğrencilerin yeterli ve dengeli beslenmeleri her zamankinden daha kritik hale gelmiştir. Tüm eğitim kademelerinde öğrencilere günde en az bir öğün ücretsiz, sağlıklı yemek ve temiz su sağlanmalıdır.
Kamusal, nitelikli ve eşitlikçi eğitimin sağlanabilmesi için eğitim bütçesi en az iki kat artırılmalı, kaynaklar doğrudan okullara ve öğrencilere yönlendirilmelidir. Okul alanlarının ticari işletmelere kiralanması gibi uygulamalara son verilmeli; eğitim alanları kamusal niteliğini korumalıdır. Bu bütçe artışı, sadece bir eğitim politikası tercihi değil, aynı zamanda toplumsal bir sorumluluktur.
Eğitim, ticari bir faaliyet değil, toplumsal bir hak olarak yeniden tanımlanmalı; bu anlayış eğitim politikalarının temeline yerleştirilmelidir. Kamusal eğitim; eğitim hizmetinin herkes için eşit, parasız, nitelikli ve ulaşılabilir olmasını sağlayacak temel zemindir.
Eğitimin fiziksel, ekonomik ve dilsel tüm engelleri kaldırılmalıdır. Eğitim hakkı; herkesi kapsayan, yaşam boyu ulaşılabilir, parasız, laik, bilimsel ve çağdaş bir içerikle sunulmalıdır. Okullarda verilen eğitim dini değil, bilimsel esaslara dayalı olmalı; eğitim gerçek anlamda laik ve demokratik bir temelde örgütlenmelidir. Siyasal iktidarın dini cemaat ve vakıflarla iş birliği üzerinden yürüttüğü politikalar, eğitim sistemini ideolojik kuşatma altına almış, laiklik ilkesini zedelemiştir. Eğitim içerikleri bilimsel, eleştirel, sorgulayıcı ve evrensel değerlere dayalı biçimde yeniden düzenlenmelidir."